Header Ads

AŞKIN BİLİMSEL TARİFİ

 


    Romantizm terimin kökenleri şövalye romantizmi literatüründe söylendiği gibi Ortaçağ şövalyeliğine kadar uzanmaktadır. Romantizm kelimesi anlam olarak da şiirsel demektir. Bu kelime Latince Roma tarzı anlamına gelen romanikustan gelmiştir. Aynı zamanda bu kelime 17’inci yüzyıldan sonra aşk, idealizm, macera ve tutku anlamında kullanılmaya başlanmıştır.     

    İnsanlık tarihi boyunca efsanelere konu olmuş aşkların yaşandığı söylenir. Örneğin, Leyla ile Mecnun, Aslı ile Kerem, Paris ile Helen, Kleopatra ile Mark Antony ve Romeo ile Juliet gibi isimlerin efsanelere konu olan en popüler aşk hikâyelerinden söz edilebilir. Evet, Aşk hakkında birçok kitaplar yazıldı. Birçok filmler yapıldı. Birçok şarkılar bestelendi. Birçok şiirler yazıldı. Pekâlâ, Aşk denen mesele nedir? Neslimizi geleceğe taşımak mı? Yoksa başka bir şey mi? Gerçekten de aşk nedir? Ve Neden âşık oluyoruz? Aslında bu yeryüzünde yaşayan milyarca insanın kendine sorduğu basit bir sorudan başka bir şey değil. Ancak cevabını bilemediğimiz ve anlayamadığımız en basit soruların başında olduğu söylenebilir. Her insan aşk denen duyguyu ve bu lezzeti hayatı boyunca en az bir kez ya da daha fazla tattığını söylemek yanlış bir ifade olmaz. Ancak aşkın tarifini ve duygusal lezzetinden ziyade aşkı farklı bir açıdan değerlendireceğim. Yani, Aşk nedir? Ve Neden âşık oluyoruz sorusunun yanıtını bilimsel olarak bazı cevaplar arayacağız. Aşkın bilimsel tarifine geçmeden önce, zamanı biraz geri almamız gerekiyor. İnsanlığın doğumdan önceki zamanlara gitmemiz gerekir. Yani kadim zamanlara kısa bir yolcuğa çıkacağız. Ancak zamanı biraz daha geri almamız gerek.
Halk dilinde bir söylenceye göre, evren yaratılmadan önce, yeryüzü yaratılmadan önce yani hiçbir şey yokken, yeryüzünde yaşayacak olan, yaşamış olan ve yaşamakta olan tüm insanların ruhları Berzah denen bilinmeyen bir âlemde yaratıldıktan sonra Tanrı şöyle dedi. Ben sizin yaratıcınız değil miyim? Diye sorduğunda tüm ruhlar Evet, sen bizim yaratıcımızsın dediler. Bütün ruhlar yeryüzü yaratılana kadar bilinmeyen bu âlemde kimilerine göre çok uzun bir süre kimilerine göre ise çok kısa bir süre beklediler. Bilinmeyen bu âlemde bazı ruhlar birbirleriyle etkileşime girdiler. Bazı ruhlar birbirine çok yakınken, bazı ruhlar ise birbirine oldukça uzak kaldılar. Birbirine çok yakın olan ruhların etkileşimi çok güçlü bir bağın oluşmasına neden oldu. İşte bu bağ gelecekte yaşanacak olan aşkların ve dostlukların başlangıcı olduğu söylenir. Aslında bu durumu günlük yaşantımızda birkaç örnekle açıklanabilir. Beklenmedik bir zamanda birbirlerine âşık olan bir çifttin tanışalı çok kısa bir süre geçmesine rağmen sanki seni yıllardır tanıyorum demesi oldukça sık rastlanan bir durumdur. Aynı zamanda 40 yıldır evli olan bir çifttin birbirlerine ilk günkü gibi aynı heyecanı ve aynı duyguları hissettiklerini söylemeleri oldukça manidardır. Ayrıca günlük hayatımızda kafelerde veya herhangi bir yerde tanışan iki adam kısa bir sohbetin ardından çok iyi arkadaş olurlar. Sanki 40 yıllık dost gibi hissederler. Elbette bu olgunun olumsuz bir yönü de vardır. Uzun yıllar birbirlerini tanımalarına rağmen hiçbir konuda anlaşamayan arkadaşlarda mevcuttur. Ayrıca büyük bir aşkla ve tutkuyla evlenen çiftlerin 6 ay sonra ayrıldıkları oldukça sık rastlan bir durumdur. En garip olanı ise kadın veya erkek cinsiyet fark etmez. Bir insan bazen yeni karşılaştığı bir insana veya çok sık gördüğü bir kişiye karşı sebepsiz yere negatif duygular içinde olur. Aynı zamanda onu çok iyi tanımamasına rağmen o insanın her davranışı nedensiz yere itici gelir ve ona karşı asla kanı ısınmaz. Yanında durmaya bile tahammülü yoktur. Ancak o kişiyi neden sevmediği hakkında hiçbir fikri yoktur. Aynı zamanda iç dünyasında o kişiyi neden sevmediğini kendine bile açıklayamaz. Anlatılan bu hikâyenin doğruluğunu kestirmek oldukça zor! Ancak her âşık sevdiği kişiye ruh eşinin olduğu söyler ya da her biten aşkın ardından beklenmedik bir günde güneş gibi doğan bir aşkın sonrasında ruh eşini bulunduğu düşünülür. Bu gerçekten öyle midir? Bilinmez ancak! Gerçek anlamda bunu öğrenmemiz olası gözükmüyor.


Aşkın Bilimsel Yönleri

    Aşk kalbini ziyaret eden davetsiz bir misafir gibidir. Daima beklenmedik bir anda ortaya çalar. O an geldiğinde hiç olmadığı kadar kalbinin hızlı çarptığını fark ettiğin zaman artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz çünkü o insanın etkisi altına girmişindir. Zaman hiç olmadığı kadar yavaşlar ve etrafında yaşanan her şey anlamsız hale gelir. Farklı bir düşün içinde onun gülüşü, sesi, fiziği, yüzü, saçları ve gözleri seni büyülediğini hissedersin ve geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktığını anladığında artık her şey için çok geçtir. Aşk duygusunun bir tarifi olmadığı söylenir. Ancak insanlara bu soru sorulduğunda hiçbir insan aynı cevabı vermediği görürmüştür. Öte yandan gerçekten aşk duygusunu yaşayan bir insanla bu duyguyu hiç yaşamamış bir insanın birbirlerini anlamaları mümkün değildir. Gerçekten de aşk nedir? Aşk bir duygudan ibaret mi? Beyinde gerçekleşen kimyasal bir süreç mi? Yoksa başka bir şey mi? Yazının başında söylediğim gibi bu olguyu tarif edebilmek için kitaplar ve şiirler yazıldı. Sayısız filmler ve oyunlar yapıldı. Şarkılar bestelendi. 

 ‘’insanlar yeryüzüne ayak bastığından beri duygularımızı, ilişkilerimizi ve kültürümüzü ele geçiren bu duygu gerçekten tanımlanabildi mi?’’

2017 tarihinde bu soru üzerine yapılan söyleyişi de Biyolojik Antropolog Helen Fisher şunları söylemişti.

‘’Aşk kontrol edebilen açılıp kapatılan bir şey değildir. Bunun aksine o bilinçaltımızın derinliklerinden doğmaktadır.’’ Bilim insanlarına göre bilinçaltımız rasyonel beynimizden on kat daha fazla bilgi içerdiği söylenmektedir. Bunun anlamı ise bir kişiye gerçekten âşık olduğumuzda bu kısa süreli bir deneyim gibi görünse de, beyin bu duyguyu hesaplamak ve uyandırmak için çok çalışmaktadır. Bu Helen Fisher’in söz ettiği romantik aşk’tır. Aynı zamanda romantik olmayan bir şekilde milyonlarca yıl önce dikkatimizi tek bir partner odaklanmamız ve çiftleşme sürecimizi başlatmamıza izin veren temel bir dürtü olarak tanımlanmaktadır. Bu varsayıma göre aşk bizim kontrol edemediğimiz duygusal deneyimler veren karmaşık bir bilinçaltı beyin hesaplamalar dizisi olduğu söylenmektedir. Romantik aşk duygusu genel anlamda cinsel çekicilikle ilişkilendirilmesine rağmen romantik duygular fiziksel tamamlanma beklentisi olmadan da olabileceği söylenmektedir.

Helen Fisher’a göre âşık olan bir kişide ki her şey ve onun tüm özellikleri özel bir anlam kazandığını söylüyor. Yani onun giyim tarzı diğer kişilerin giyim tarzından farklıdır. Yaşadığı şehir, sokak ve ev sevdiği kitaplar ve filmler o insan ile ilgili her şey özelleşiyor aynı zamanda o insanda sevmediğiniz birçok özellik olmasına rağmen bu olumsuz özellikler bırakılıp ve onun olumlu taraflarına bakılmaktadır. Aşk duygusundan kaynaklan çok güçlü enerji ruhsal dalgalanmalara neden olmaktadır. Bir ilişkide her şey yolundayken büyük bir zevk ve inanılmaz duygular içinde olursun ancak o insan bir gün size mesaj göndermediğinde ve sizi aramadığında veya mesajlarımıza cevap vermediğinde inanılmaz bir umutsuzluk hissedilmektedir. Öte yandan aşk fiziksel olarak da ağız kuruluğuna, karında Kelebekler uçuşmasına, dizlerin çözülmesine, ayrılık endişesine, cinsel isteğe ve duygusal birliğe neden olmaktadır. O insanı elde etmek için çok yüksek bir motivasyon içinde girme söz konusudur. Bu nedenle daha önce asla yapmadığınız akla hayale gelmeyecek şeyler yapılmaktadır. Aynı zamanda aşk DNA’mızı yarınlara taşımak için bir kişi ile çiftleşme sürecini başlatan bir içgüdüdür. Bilim insanları aşkın beyin biyokimyasında ki büyük ölçülebilir değişiklerden kaynaklandığını söylemektedirler. Erkeklerde ve kadınlarda cinsel istek hem östrojen hem de testosteron tarafından düzenlenmektedir. Heyecan ve mutluluk duyulduğu zaman salgılanan adrenalin dopamin ve serotonin de bu anda devreye girmektedir. Ancak ilişkinin başlangıcında aşıkların kanında oksitosin ne kadar fazla ise aşkın o kadar uzun sürdüğünü yaşanan deneyimler göstermektedir. Bilim insanları bir insanın aşık olup olmadığını artık beyni tarayarak görebildiklerini söylüyorlar. 


Aşıkların Üzerinde Yapılan Deneyler
    Biyolojik Antropolog Helen Fisher ’in yaptığı bir çalışmada 8 aydır aşık olan 17 yeni sevgilinin beyinleri tarandı. Bu taramalar sonucunda beynin dopamin üreten ve diğer alanlara uyarıcılar gönderen bölgesi olan ventral tegmental bölgede aktivite gösterdiği görüldü. Bu oluşum beynin ödül sisteminin bir parçası, beynin arzu arama, özlem, enerji, odaklanma ve motivasyon üreten ayağının bir parçası olduğu gözlemlendi. Bunu anlamı ise Âşıklar herhangi bir kimyasala ihtiyaç duymadan tamamen doğal yollardan keyif yaşadıkları ortaya çıktı. Sosyal psikoloji alanında yaptığı çalışmalarla göze çarpan Amerikalı bilim insanı profesör Arthur Aron aşkı şöyle tanımlıyor. Aşık olmak madde bağımlısı olmak gibi bir şeydir. Aşıklar ne kadar çok birlikte olursa duygu o kadar güçleniyor olmasına karşın ayrılıkta ise umutsuzluğa ve acıya neden olmaktadır.

Bir teoriye göre balayından sonra ilk 7 yıl içinde çiftler arasında aşkın belirleyiciliği ortadan kaldığı söyleniyor yani bu duygu tamamen kaybolduğu belirtiliyor. Ancak birçok bilim insanlarına göre bu durumun bakış açısıyla ilgili olduğu söylüyorlar çünkü aşk duygusu bir dizi farklı etkiye yol açıyor yani yüksek bağlılık, sadakat duygusu ve alışma bunun sonucunda ise aşkılar kendilerini sevdiği insanlarla bir bütün olarak görmekteler. Ortadan kesilmiş iki yarım elma gibi….,! Bu durumda bu duygunun ne kadar yüce bir duygu olduğu söylenebilir. Zaten bu duygunun kısa ömürlü olması da mümkün olmadığı gözüküyor ancak bu etkilerden herhangi biri ciddi bir nedenden dolayı yok olduğunda, yani aşık olduğu insanın aslında düşündüğü gibi biri olmadığı ortaya çıktığında ise bu alışkanlıklardan da vazgeçirebiliyor. Bu anlarda duygusal düzeyde sevginin kimyası değişerek o insana karşı daha önce hissettiği aşk duygusu kaybolup, aynı insana hiçbir şey hissedemiyor ancak aşk hayatımızın sonuna kadar da sürebiliyor. Bu sadece filmlerde ve romanlarda adı geçek efsanevi isimlerden ibaret değil. Çünkü aşk olgusu gerçek bir şeydir. Helen Fisher’in başka bir çalışmasında ortalama 20 yıllık evli çifttin hala ilk günkü gibi aşık olduklarını söyleyen 60 yaşlarındaki 15 çiftin beyin taraması yapıldı. Yoğun romantik aşkı tetikleyen bölgelerin hepsi hala aktif olduğu görüldü. Muhtemelen sonsuz aşk bir efsaneden ibaret olmadığını söylüyor Fisher ancak doğru insanı seçmek koşuluyla bu mümkün olabiliyor.

    Uzun süreli bağlanma tamamen farklı hormonlar ve beyin kimyasalları yani bağlanmaya yardımcı olan oksitosin ve vazopressin tarafından düzenlenmektedir. Enteresan bir şekilde oksitosin kucaklaşma hormonu olarak da bilinmektedir. Aynı zamanda anne ile bebek arasındaki bağı koruyan güçlü bir hormondur. Bu kimyasallardan her biri cinsellik, çekicilik ve bağlanmayı etkilemek için beynin belirli bölümünde çalışmaktadır. Ancak daha önce söylediğim gibi ilişkinin başlangıcında çifttin kanında oksitosin ne kadar fazla ise ilişki o kadar uzun ömürlü olmaktadır. Bilim ayrıca şunu da gösterdi ki, bazı durumlarda aşık olma sürecinin daha hızı gelişebileceğinden söz ediyor. Yapılan küçük bir deneyde yaklaşık yarım saat boyunca yabancı bir insana derinlemesine konuştuktan sonra 4 dakika birbirlerinin gözlerine bakan deneklerin veya çiftlerin ilginç bir şekilde birbirlerine karşı güçlü bir sevgi hissettikleri gözlemlendi. Bu deneyin sonucunda çiftlerden birinin evlenmesi bu deneyi daha da ilginç hale getirdiği söylenebilir.

İlk Bakışta Aşk Gerçek Mi? Yoksa Masalsı Bir Şey Mi?


    Bilim insanları tarafından yıllardır tartışılan diğer ilginç konu ise şudur. İlk bakışta aşk gerçek mi? Yoksa masalsı bir şey midir? Bazı bilim insanları İlk bakışta aşkın olmadığını şu varsayımla savunurlar o insanı ilk kez gördüğün zaman onun fiziksel özellikleri hakkında fikir sahibi olursun o anda hissedilen duygunun aşk değil şehvet duygusu olduğu söylenir. O anda muhtemelen aşırı derecede dopamin artılının uyandırdığı şehvet duygusu olabileceğine dayandırılmaktadır. Diğer varsayımı destekleyen Helen Fisher ve diğer bilim insanlarına göre ilk bakışta aşkın var olduğunu söylemekle birlikte bunu kanıtlanın da oldukça kolay olduğunu söylüyorlar. O anda gerçekleşen şeyin beyin tarafından karşıdaki insanın aşk merkezindeki en hassas noktalarla tam olarak örtüştüğünü hesaplanmasıdır. Bu olgu insanların arayıp bulacağı bir şey değil öyle veya böyle bazen bu kendiliğinden gerçekleşen bir şeydir. Tanımadığımız bir insanla ilk kez tanıştığımızda içgüdüsel olarak içimizde stres, korku ve merak uyanmaktadır. Bunun adı ise neofobi’dir. Ancak aşk sayesinde bu problemin üstesinden gelindiği söylenmektedir. Çünkü o kadar da seçici olmanın anlamsız olduğunu öğrendik. Peki, bunu nasıl öğrenmiş olabiliriz. Aşk beynin olumsuz duyguları ve eleştirel bakışı ile ilgili bölümünü devre dışı bırakmaktadır. Aslında bu durumu bir deyimle açıklamak daha anlamlı bir hale geliyor. Aşkın gözleri gördür deyimin bilimsel karşılığı olduğu söylenebilir. Aynı zamanda aşk karşıdaki insanla her yakınlaşmada ve karşılaşmada o kişiyi ödüllendiriyor yani serotonin, dopamin ve oksitosin gibi insanı mutlu eden hormonlar iki yabancı insan arasındaki sosyal mesafeyi tamamen ortadan kaldırmaktadır ardından bu durumdan oluşan stres hem bedenimizde hem de beynimizde bazı değişiklere neden olmaktadır. Bu değişikler insanda endişe, uykusuzluk, avuçların terlemesi ve iştahsızlık gibi durumlar söz konusudur. Ancak o insanla ilgili olan her şey en ince ayrıntısına kadar hatırlanır bunun nedeni ise nöradrenalin denilen bir hormondan kaynaklanır. Fakat bu durum bazen çok tehlikeli boyutlara dönüşebiliyor. Özellikle tutku ve saplantıdan sorumlu dopaminin aşırı derecede salgılanması halinde bu kişiyi kara sevda denilen bir rahatsızlığa yol açıyor ve bu durum beyne oldukça zarar veren rahatsızlara yakalanmasına sebep olmaktadır. Bu insanın akli dengesini bozarak çılgınca şeyler yapmasına neden oluyor. Bu tür durumlarda mutluluk hormonu olan serotonin salgılanmasının yüzde 40 azalmasından dolayı kişi depresyona girmektedir. Kadınlar ve Erkekler üzerinde fonksiyonel emar kullanılarak yapılan çalışmalarda kara sevdaya tutulan erkeklerde beynin bir bölgesinde aktivite gösterirken, kadınlarda ise üç bölgesinde yoğun aktivite varlığı tespit edilmiştir. Yani kadınların yaşadığı psikolojik ve duygusal hasar erkeklere göre daha ağır olduğunu göstermiştir. Kara sevda denen şey tedavi gerektiren bir rahatsızlıktır. Ancak bazı bilim insanları aşkın kendisinin de bir takıntı olduğu görüşünü savunurlar. Öte yandan bu stres kadınlarda oksitosin salgılanmasını tetiklemektedir. Çünkü beyin kendisini stres ve acıdan korumaya çalışmaktadır. Fakat oksitosin zaten bağlanma ve güven hormonudur. Uzmanlar ilk randevunun romantik olmamasını tavsiye ediyorlar. Yani romantik bir akşam yemeği gibi aktivitelerden kaçınılması gerekiyor. Bu tür romantik ortamlar yerine Örneğin, buz pistinde birlikte paten ile kaymak gibi ekstremal aktiviteler denenmelidir. Çünkü bu sırada yaşanacak tesadüfen el dokunuşları oksitosinin daha sağlıklı bir şekilde salgılanmasını sağlamış olacaktır.

    Yapılan diğer bir araştırma sonucunda ise tehlikeli ortamlarda başlayan ilişkilerin aşka dönüşme olasılığı daha yüksek olduğu gözlemdi. Bu sırada adrenalin ile birlikte vücut dopamin de salgılamaktadır. Helen Fisher aşkı beyindeki korku sistemi ile karşılaştırır ve her an korku, öfke, neşe ve üzüntü harekete geçirdiğini bu da romantik aşkın en temel duygusudur. Bu durum atalarımızın evrimi sırasında edindikleri bir deneyim olabileceği düşünülüyor.

Romantik Aşk Duygusunun Etkileri

    Romantik aşk duygusunun etkisi her insanda farklı bir his mi uyandırıyor. Bazı bilim insanlarına göre elbette hayır…! Nöroloji açıdan bu duygu insandan insana değişmemektedir. Fakat aşk duygusuna ulaşma yolları ve süreleri farklılık gösterebiliyor. Uzun zamandır bir arada vakit geçirmelerine rağmen insanların birbirlerine âşık olmaları oldukça uzun zaman alabiliyor. Ancak bazı insanlarda bu durumun aksine aşk duygusu hemen başlayabiliyor. Bu ilişkilerde çok fazla ihtiraslı ya da daha soğuk olma söz konusudur.

    Biyolojik Antropolog Helen Fisher’e göre beyinde çiftleşme ve üremeye odaklanan üç farklı sistem olduğunu düşünüyor. ‘’ cinsel dürtü, yoğun romantik aşk duyguları ve derin şefkat duyguları’’ ancak genel anlamda bunlar karıştırılabiliyor. Aşkla ilgili yanlış düşünülen şeylerden biride bu aşamaların belirli bir sıralama ile gerçekleştiğini düşünülmesidir. Her şey cinsel çekicilikle başlar sonra romantik aşka daha sonra da bağlılığa dönüştüğü doğru değildir. Çünkü sosyal çevrede, işte ya da herhangi bir yerde birine yoğun bir bağlılık ve şefkat hissedilebilir. Fakat bir süreden sonra o insana âşık olunabiliyor. Bilim insanlarına göre aşk duygusunun da hayatta kalma içgüdüleri ilgili olduğu söylenmektedir. Ormanda veya Afrika’nın çorak arazisinde tek başınıza yaşayamazsınız. Aslında gezegenin hiçbir yerinde tek başınıza yaşayamazsınız. Bu nedenle bazen aşk ya da herhangi bir duygusal bağlılık birbirimize karşı nazik olmamıza bazen de özverili olmamıza ve karşımızdaki insanların ihtiyaçlarını karşılamada yardımcı olmamızı sağlamaktadır.

    Oxford Üniversitesi deneysel psikoloji bölümünde sosyal ve evrimsel Sinir Bilimci Araştırma Grubunun Başkanı olan İngiliz antronopolog Robin Dunbar aşkın çevremizde bir koruyucu tutmanın bir yolu olarak ortaya çıktığını düşünüyor. Fakat bu araştırma sonucunda tek eşliğinde bağlanmanın çok daha sonra 1,8 milyon yıl önce ortaya çıktığını göstermektedir. Fakat aşk son derecede eski bir olgudur. Helen Fisher ise aşk duygusu milyonlarca yıl önce türümüzü devam ettirmek için verildiğini ve aynı zamanda çiftleşme sürecini başlatmak için geliştirildiğini belirtiyor. Memelerin % 97’si yavrularını birlikte büyütmek için çiftleşmezler. Robin Dunbar bu durumu şöyle açıklıyor. İnsanlar genel anlamda duygularını kelimelerle ifade etme konusunda oldukça zorlanırlar ya da duygularını kelimelere dökemezler. Aynı zamanda yaşadıklarını anlayamadan yaşarlar ve bu duyguları en iyi ifade eden insanlar şüphesiz şairlerdir. Bu yüzden insanlar şiir okumaları gerekir. Böylece şairlerin aracılığıyla kendi duygularını anlamaya çalışmaları gerekmektedir. 

    Romantik şarkılar tatlı esen meltem gibi aşkın içine doğru bizi çeker böylece bu masalsı dünyanın içinde kayboluruz. Yapılan bir araştırma sonucunda deneye başlamadan önce genç bekâr kadınlara romantik şarkılar dinletildi. Bu romantik şarkıları dinleyen kadınlar birileriyle tanışmaya daha meyilli oldukları ortaya çıktığı gözlemlendi. Aynı zamanda bilim insanları ayrılık zamanında romantik şarkılar dinlenmesini tavsiye ediyorlar. Çünkü böyle bir durumda kişinin üzüntüden ve acıdan çok nostalji duygusu uyandırdığını belirtiyorlar ve beyin yeni hikâyeler hayal ederek teselli buluyor. Böylece empati ve rahatlama hissedildiğini belirtiliyor. Öte yandan aşkın tüm hastalıkları iyileştirdiğine inanılan bir batıl inanç söz konuşur. Bu yanılgıdan başka bir şey değildir. Ancak bilim insanları tarafından bazı fiziksel acıları hafiflettiği veya dindirdiğini belirtilmektedir. Çünkü mutlu aşıklar ağrı kesici ve zevk molekülleri olan endorfinin etkisi altına girmişlerdir. Bir ilişkinin başlangıcında aşıkların kanlarında daha fazla sinir büyüme faktörü bulunmaktadır. Bu bulgu nöronlar arasındaki bağlantıların oluşumunda iyileşmesinde ve büyümesinde rol oynamaktadır. En şaşırtıcı olanı ise aşkın getirdiği stresi tetikleyen hormon olan kortizol öte yandan bağışıklığı da etkilemektedir. Bu yüzden yağmur altında dans eden çılgın aşıklar ya da parklarda karın üzerinde yuvarlanıp eğlenen çılgın aşıklar kolay bir şekilde hastalanmadıkları görülmektedir.
    Aşık olan bir kadının beyni erkekle birebir aynı noktaları harekete geçirmemektedir. Kadınlar aşık olduğunda beynin güvenlik, şefkat ve özellikle sesli bilgilerin algılanmasından sorumlu bölgelerini daha fazla harekete geçirmektedir. Yani kadınlar kendilerini gerçekten güvende hissetmeye ihtiyaçları vardır. Bu nedenle erkeklerden bazı kelimeleri ve sözleri şiddetle duymak isterler. Ancak aşık bir kadının beyni karar aşamasına geldiği zaman güzel bir yüz ve ideal bir fiziksel görünüşe sahip olmak gibi dış özellikleri ikinci plana itmektedir. Fakat her iki cinsinde aşık olmak için ortak kriterleri de bulunmaktadır. Her şeyden önce hepimiz fikir ve düşüncelerimizi, duygularımızı anlayabilen kişilerin yanında kendimizi mutlu hissederiz.

Aşk Acısının Veya Ayrılık Acısının Fiziksel Etkileri 

    Aşk acısının veya ayrılık acısının fiziksel etkilerinin doğru olduğu söylemek yanlış bir ifade olmaz. Bu bir Metafor değildir. Gerçekten de ayrılık acısı yaşayan bir insanın kalbine ve midesine ağrılar girmektedir. Bunun nedeni ise vücudumuzdaki en uzun sinir olan vagos siniridir. Kafatasından başladıktan sonra dil köküne, yutağa, gırtlağa, yemek borusuna, kalbe, akciğerlere, mideye, karaciğere ve bağırsaklara kadar dallar vermektedir. Bu sinire bağlı kırık kalp sendromunu adlı bir terim vardır. Bunu teorik olarak neredeyse herkes bilir. Ancak bunu yaşamak bambaşka bir şeydir. Aşık olunan insanı kaybedilişine bağlı olarak stres hormonlarının ultra yüksek düzeyde salgılanması kalp kaslarının zayıflamasına ve atriyal fibrilasyona neden olmaktadır. Burada şiddetli çarpıntılar, baş dönmeleri, göğüste bir ağırlık hissi, nefes alma zorluluğu ve bayılmalar eşlik etmektedir. Atriyal fibrilasyon hastalarında felç olma riski normal insanlardan 5 katıdır. Bu durumu yaşayan insanlarının kalp krizi geçirme olasılığı da 5 kat daha fazladır. Sevgililerinin ölümünün atriyal fibrilasyon riskini yüzde 40’dan daha fazla arttırdığı görülmektedir. Aynı zamanda bu hayatımızda çok sevdiğimiz insanların kaybında da geçerli bir durumdur.

Hayvanlarda Romantik Aşk Duygusu Olabilir Mi? 

    Hayvanlarda romantik aşk duygusu söz konusu olabilir mi? Elbette, en azından çayır farelerin insanlardan daha dürüst ve eşlerine ölene kadar bağlı kaldıklarını söylemek herkes için şaşırtıcı ve ilginç geleceğine şüphe yok. Çayır fareleri üzerinde yapılan bir araştırma sonucunda bu fareler çiftleştikten sonra istikrarlı bir şekilde çiftler oluşturuyorlar aynı zamanda bir çayır faresi dul bile kalsa asla başka bir eş aramaz. Gerçekten de bu farelerin genlerine bağlılığın ve sadakatin kazındığını söylemek abartılı bir ifade olmaz. Bilim insanları nörohormonlar oksitosin ve vazopressinin çayır farelerindeki sadakat ’in ana tetikleyiciler olduğu görüşündeler. Farelerde çiftleşme sırasında reseptörler aşk hormonlarını harekete geçiriyor onlarda bu anda birbirlerine aşık oluyorlar. Doğadaki bütün tek eşli canlıların ortak özelliği beyinlerindeki oksitosin salınımının oldukça yüksek olmasıdır.

Romantik Aşk Duygusu Ve İhanet 

    Her güzel şey olumsuz bir yöne doğru değişme eğilimi gösterebilir. Hissedilen romantik aşk duygusu çeşitli nedenlerle ihanete dönüşme olasılığı her zaman mevcuttur. Hayatımızda yaptığımız her eylemin bir risk yönü daima vardır. Âşık olmanın riski de ihanettir. Ancak aşktan kaçamayız. Peki, âşık bir insan gerçekten de neden ihanet eder. Bu davranış bozukluğunu tetikleyen şey ne olabilir? Belki de insanların genlerinde gizlenmiş bir virüs ya da başka bir şeydir. İnsanlık tarihine geriye dönüp bakıldığında aşkta ve evlilikte aldatmanın suçu farklı çevrelerce her iki cinse de mal edildiği görülmektedir. Bunun nedeni ise muhtemelen duygu paylaşımının sonlanması olabilir. Bu bağlamda bağlılık ilişkisi olan taraflardan birinin başka biri ile duygusal ya da cinsel eylem içine girmesi söz konusudur. Elbette bu evli çiftler arasında çok ağır sonuçlara yol açan bir durumdur. Ancak buradaki çelişki bir kadın ya da erkek bu konuda ne kadar güvenilmez olursa olsun insanlar genellikle tek eşli olmakla birlikte aşk dolu ve mutlu bir hayatın hayalini kurarlar. Kadınlar erkeklere göre daha kıskanç olma eğilimi göstermektedirler. Genellikle erkekler için aldatma konusu sadece başka biriyle cinsel birliktelik anlamını taşımaktadır. Ancak kadınların bakış acısında göre duygusal aldatma da bir ihanettir. Sadakatsizliğin nedenleri ile ilgili ilk bilimsel araştırmalar Glass S. P. ve Wright tarafından yapılmıştır. Bu davranış bozukluğunun açıklaması ise sadakatsizliği klinik uygulamalar ve bibliyografik araştırmalardan elde edilen 17 mazeret önerilmiştir. Bu verilerin analizinde ise 4 temel gerekçe ortaya çıkmıştır.
  • İlk gerekçe; Bu tamamen cinsel nedenlerle ilgilidir. Tahrik edilme veya farklı partnerlere sahip olma arzusu içinde olmak. 
  • İkinci gerekçe; Bu duygusallık ile ilgilidir. Çiftlerden birinin evliliğinde yaşayamadığı tutkuyu dışarıda arama arzusudur. 
  • Üçüncü gerekçe; Kişi kendi öz güvenini kazanılması adına daha güzel ve saygın bir partner bulma arzusudur. 
  • Dördüncü gerekçe; Bu dış faktörlerle ilgili bir durumdur. Yani kariyer basamakları hızlı atımlarla çıkma arzusu ya da daha önceden uğradığı bir ihanetin intikam alma isteği ile ilgilidir.

Aşkın evrimsel nedenleri hakkında yapılan çalışmalarda bilim insanları primatları incelediler. Şempanze ve Babunların çok eşli olduğu Gibon ve Marmoset gibi maymunların tek eşli oldukları ortaya çıkmaktadır. Fakat çeşitlilik bu kadarla sınırlı kalmamıştır. Bazı hayvanlarda erkekler bazı hayvanlarda ise dişiler çok eşli olduğu anlaşılmıştır. Ancak en şaşırtıcı olanı ise insanlardır. Türümüz çok eşli olmasına rağmen tek eşli eğilimi göstermektedir. Bunun nedeni ise insanların kurdukları sosyal yaşam tarzıdır. Atalarımızın veya ilkel çağlarda yaşayan insanların avcı ve toplayıcı oldukları dönemlerde mülkiye çekirdek aile kavramı diye bir şey yoktu. Çocuklar ise bütün sürünün himayesi altında olurlardı. Bazı bilim insanlarına göre aşk evlilikleri ve çekirdek aile kavramları insanların yerleşik yaşama (Neolitik dönem) geçmeleri ile başlamıştır. Aynı zamanda mülkiyet, kültür ve ahlak kavramları da yerleşik yaşama geçtikten sonra bir anlam kazanmış oldu. Eski çağlarda yaşayan atalarımız arasındaki aşk ve bağlanma duyguları, sadakat ve aldatma ihtimalinin dışlanmasına yönelik bir sözleşme olmasıdır. Bu nedenle insan evrimi biyolojisi ile kültür arasındaki bir çatışmaya işaret etmektedir. Evet, sadık olmak bir erdemdir. Ancak vahşi doğanın içinde ve bize miras kalan bilinçdışında erdem bulunmamaktadır. Buranın çalışma biçimi ahlak dışı olmasıdır. 

    Erkek daima genlerini aktarmak isterken kadın ise en iyi genleri bulmak istemektedir. Yani kadınlar her zaman seçici taraftadırlar. Erkekler genlerini aktarma konusunda kısa süreli bir emek gerektirir. Ancak kadınlarda ise bu durum biraz farklı ve zor ve zahmetli bir süreçten geçerler. Bir erkeğin kadına göre çok fazla çocuk sahibi olma olasılığı vardır. Bu rekorun sahibi 888 çocuk sahibi olmuş Fas İmparatoru Muley İsmail’dir. Bu nedenle erkek başkalarıyla çiftleşme konusunda biyolojik açıdan daha donanımlı olduğu söylenebilir. Çünkü erkekteki sperm ile kadındaki yumurta sayısı arasındaki farkta açıkça bunu göstermektedir. Erkek için aldatmak evrimsel olarak daha avantajlı olduğu söylenebilir. Aynı zamanda bu durum daha kolay ve risksiz olarak görülür. Cinsel içgüdü eylemlerinin sonucunun da türümüzü gelecek nesillere aktarmanın dışında duygusal, sosyal ve ruhsal olarak farklı bir boyut kazandığı söylenebilir. Evrimsel biyolojiye göre aldatmanın köklerinde bilinçaltımızda bulunan ve henüz kültürlenmediğimiz zamanlarda vahşi içgüdülerimizin ve davranışlarımızın etkileri olduğu belirtilir. Sosyal ya da psikolojik nedenlerin dışında aşk ve evliliklerdeki ihanetle ilgili mesele en derin analiz olduğudur. Bilinçaltı psikanalizde bu olgunun şaşırtıcı bir acıkması vardır. Sigmund Freud’ a göre hepimiz tek eşli doğarız ve ilk aşkımızda karşı cinsten olan ebeveynimizdir. Fakat büyüdükçe aşkın başka bir şey olduğunu anladığımızda dışarıya yöneliriz. Ergenlik dönemlerinde aşk ile cinselliği birleştirecek ergenlikte olmadığımızdan dolayı bunun sıkıntısı çekilmektedir. Dolayısıyla aşkı cinsellikten uzak tutmaya ve temiz kalmaya çalışılır. Psikanaliz anlamda aldatma çocukken yaşanan kötü bir deneyimin erişkinlikteki haline yansıması gibi bir şeydir. Bu duruma göre aldatma kötü giden bir ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkmaz. İnşa edilen her ilişkinin temelinde daima bir dinamit mevcuttur. Bu dinamitin tahribat gücü ilişkiden ilişkiye her zaman değiştiğini yaşanan acı deneyimler bize göstermiştir.

Aşkın İnsan Beynindeki Etkilerini Gösteren Deneyler

Bilim insanlarının aşkın insan beynindeki etkilerini gösteren araştırmalarından biride New York Einstein Türk kolejinde nöroloji profesörü Lucy L. Brown önderliğinde şaşırtıcı ve ilginç bir deney yapıldı. Bir sabah âşık olduklarını düşünen çiftlerin araştırma merkezine gelmeleri istenen bir ilan verildi. Fakat bu çiftlere beyin taraması yapılmadan önce bazı soruların yanıtlanması için form kâğıtları verildi. Bilim insanları bu çiftlerin gerçekten âşık olduklarına emin olunması gerekiyordu. Bu formda aşık çiftlere sorulan bazı sorular, 

  • Birbirinize sık sık dokunuyor musunuz? 
  • Aynı eşyaları kullanıyor musunuz? 
  • Birbirinizin gözlerine bakıyor musunuz?

Bu tür soruların yanıtlarına evet diyenler gerçek âşıklar oldukları belirlendi. Deney sırasında sevdikleri insanların fotoğrafı gösterirdi. Aynı zamanda o kişiyi düşünmeleri istendi. Bu sırada beyinlerde olan her şey net bir şekilde izlenirken bu sırada beyinde bazı değişikler meydana geliyordu. En çok hareketli olan bölüm ise beynin su portakal serum denilen bölgesinde gerçekleşmişti. Bu beynimizin en eski parçalarından biri olmasının dışında temel ihtiyaçlarımızdan sorumludur. Yani yemek, su, oksijen ve uyku gibi en temel ihtiyaçlarımızdan meydana gelmektedir. Bu ihtiyaçlardan her hangi biri karşılanmadığında yaşamamız son bulmaktadır. Lucy L. Brown’a göre aşkında temel ihtiyaçlarımızdan biri olduğunu ortaya koyuyor. Bilim insanları aşk duygusunu neden olan hormonları doğru bir şekilde kontrol ederek beyinde suni yoldan aşk yaratılıp yaratılmayacağını öğrenmeye çalışırdı. Ancak bunun mümkün olmadığı anlaşıldı. Bir insana karşı güçlü cinsel duygular hissedebilir. Fakat o insanın diğer insanlardan daha fazla sevilmesi, beyin kimyasında daha fazlası gerektirmektedir.

Saint Petersburg Devlet Üniversitesinden Profesör Konstantin Korotkov ekibi ile birlikte aşkın beyindeki etkisini sıra dışı bir deney ile kanıtladı. Yapılan deneyde birbiriyle duygusal bir bağı olmayan genç bir erkek ve bir kadın kaplı bir odaya gönderildi. Vücutlarına sadece enerji düzeylerini görebilecek vericiler yerleştirildikten sonra ilişkiye girmeleri istendi. Bu deneyin sonucunda ise duygusuz bir ilişki sırasında her iki kişide yüksek enerji harcadı. Özellikle erkeğin bütün enerji kadına geçti. Böyle durumlarda her iki tarafta enerji kaybederek bitkin düşer ve bazen de mide kalkması hissedilir. Bu deney birçok ayrı insanlar üzerinde defalarca denendi ancak her seferinde aynı sonucu verdiği gözlemlendi. Enerji düzeyi önce hızla yükseliyor ve daha sonra büyük bir hızla düşüyordu. Âşık çiftlerin enerji düzeyi göstergelerinde ise enerji hem eşit hem de daha yüksek ve asla düşmüyordu. Bilim insanlarına göre bu durum tam anlamıyla tatmindi. Deneyin sonucunda her iki kişide çok özel bir şey yaşadıkları hissini deneyimleniyor. Aynı zamanda romantik aşk duygusu devam ettiği sürece her defasında bu büyülü anlar devam ediyor.

    Aslında bu duygunun çoğalma içgüdüsüyle hiçbir ilgisi olmadığı gerçeği ile karşı karşıya kalındığı anlaşılıyor. Çünkü o çoğalma ihtiyacı olmayan insanlara da uğrayan bir şey. Öyleyse, bu şey her neyse hissedebildiğimiz ancak anamadığımız bambaşka bir gizem olduğu ortaya çıkıyor. Bu herkesin çok iyi tanıdığı ve kendine göre ifade edebildiği kadarıyla bir kavramdan başka bir şey değil. Yani bu sadece aşk…..!


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.