İki Günlük Devrim - Serkan Dağlı



SERKAN DAĞLI


İKİ GÜNLÜK

DEVRİM

 

ROMAN






SERKAN DAĞLI

1979 Çanakkale doğumlu. Selçuk Üniversitesi Akören Ali Rıza Ercan MYO Muhasebe bölümünü bitirdi ve Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi İşletme bölümüne dikey geçiş yaparak 2010’da mezun oldu. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Pedagojik Formasyon Sertifika Eğitim programında Muhasebe ve Finansman branşında bir dönem okudu ancak eğitimini yarıda bıraktı. Özel Tudem Eğitim Merkezi Turizm Otelcilik (Resepsiyon, Servis ve Bar) sertifikasını 1996’da aldı ve uzun yıllar Turizm sektöründe iş hayatını sürdürdü. Şu anda aktif olarak blog yazarlığı yapmakla birlikte Özgür Düşüncelerin Mücadelesi (Platanus Publishing yayınları 2022) adlı bir eseri bulunmaktadır.           


İletişim 

E- Mail: serkandagli360@gmail.com




Faşizm ile özgürlük arasında sıkışıp kalmış

en büyük eylem gülümsemektir.

Çünkü iki kavram arasında

geçen mücadeledeki en etkili silah şüphesiz mizahtır.

                                                                         Serkan Dağlı 






BİRİNCİ BÖLÜM 
PARK MEYDANINDAKİ 
 TARTIŞMALAR




İ

 

ki kardeş kıtayı birbirine bağlayan ihtişamlı denizin birleştirici özelliği ile birlikte tarihi dokusu şehrin tüm caddelerini kaplıyordu. İki Kıtalı Şehir’in bir tarafında acıların, gözyaşların, sevinçlerin ve mutlulukların hiç eksik olmadığı, iki kardeş kıtanın en görkemli meydanından biri olan Demokrasi Meydanı’nda yer alan cumhuriyeti, özgürlüğü simgeleyen figürlerini üzerinde gururla taşıyan anıtın etrafını dört koldan beton binalarla, caddelerle çevrilmişti. Bu beton binalar ile caddelerin arasına sıkıştırılan alanda, bir çırpıda sayılabilecek kadar ağaç barındıran görkemli Huzur Park Meydanı’nda şehrin çeşitli bölgelerinde yaşamlarını sürdüren tüm hayvanlar güzel bir bahar sabahında toplanmışlardı.

Martılar, güvercinler, kumrular, serçeler, kargalar, leylekler, kediler ve köpekler ile birlikte parkta ağaç dallarının üzerinde, ağaç köklerinin altında yaşamlarını sürdüren börtü böcekler!

Ancak diğer hayvanlar gibi konuşma kabiliyeti olmayan börtü böceklerin Huzur Park Meydanı’nda toplanan diğer hayvanların çevresinde sessizce bekleyerek olan biteni anlamaya çalışıyorlardı. Park meydanına gruplar halinde toplanan hayvanların içinden ilk söz alan parlak siyah renkte olan bir kargaydı. Aslında tüm kargalar aynı renkte olup, parlak siyah bir renge sahipti. Ancak bu karganın diğer kargalardan ayıran özelliği, parlak siyah renkleri değildi elbet!

Aslında bu karganın en belirgin özelliği çevresinde yaşayan eş dostları, kuzenleri ve şehrin farklı bölgelerinde yaşamlarını sürdüren uzak akrabaları olan diğer kargalar tarafından oldukça sevilen, saygı duyulan ve bilge bir karga olarak anılıyor olmasıydı. Öyle ki bu karganın ünü İki Kıtalı Şehir’in ötesine bile taşmıştı. Farklı şehirlerin sokaklarında, farklı parkların ağaç dallarında, orada burada bütün kargalar arasında İki Kıtalı Şehir’de yaşamını sürdüren bir karga olarak konuşuluyordu. Yıllardır şehrin kargaşasında tüm kargaları uçamayan iki ayaklı hayvanların kötü davranışlarına karşı uyarılarda, öğütlerde ve çeşitli çözümler bulma çabasına girmiş ve tüm kargaları örgütleyerek bir mücadelenin içinde kendini buluvermişti. Elbette bu mücadelenin içine girmesi, tercihten çok hayatın getirdiği zorluklar, haksızlıklar ve zulümler kendisini bu yola ittiğini, her parkta ve her ağaç dalında, fırsat buldukça bunu söylemekten de çekinmiyordu. Bir adı veya bir yere kayıtlı bir kimliği yoktu. O sadece diğer kargalar gibi, parlak siyah renkte bir kargaydı.

Ve sol parlak kara kanadını sağa sola hareket ettirerek etkileyici sözlerine şöyle başladı:

“Arkadaşlar!”

“Yoldaşlar!”

“Öncelikle davetimi kabul edip buraya kadar gelmenizden dolayı tüm hayvan dostlarıma yürekten teşekkür ediyorum.”

“Arkadaşlar! Bilindiği üzere iki ayaklı hayvanlar kendi çıkarları adına yaşam alanlarımızı, her geçen gün daha fazla tahrip ederek bize yaşam hakkı vermiyorlar. Aynı zamanda iki ayaklı hayvanların, ne doğaya ne de bize saygıları var.” dediği sırada, saf bir kumru öne çıkarak şöyle dedi:

“Biz de iki ayaklıyız. Sen ne demek istiyorsun arkadaş!”

Bunun üzerine kargaların sözcüsü yani Bilge Karga, kumruya gülümseyerek:

“Kanatları olmayan ve uçamayan iki ayaklı hayvanları kastetmiştim. Başka bir deyişle, insanlardan bahsediyorum. “Hiddetlenmene gerek yok yoldaş!” diye yanıtladı. Kumrunun yersiz çıkışını!

Bu anlamsız ve yersiz çıkışın ardından kumrunun boncuk, boncuk bakan gözlerinin ortasındaki gri gagasının iki yanağının kahverengindeki tüyleri kıpkırmızı olmuştu. Öte yandan karganın sözlerine karşıt, martılar Bilge Karga’ya mânâlı bakışların ardına gizledikleri bir sözü varmış gibi duruyorlardı parkın bir köşesinde… Ancak şimdilik sessizliklerini korumakla yetindiler.     

Kumru, iki yanağının tüyleri kızarmış bir halde, boynunu öne eğerek utangaç bir tavırla, “Tamam tamam! Sizi yanlış anladığımı sanıyorum.” diyerek üzüntüsünü belirtiyordu ama bu sefer de “Ne aptalca çıkışta bulundum.” diyerek kendi kendine hiddetlenip durdu.

“Önemli değil arkadaş!” dedi Bilge Karga…

“Biz birbirimizi anlamazsak, bizi hiç kimse anlayamaz. Bu nedenle yoldaşlar, birbirimize her zamankinden daha fazla destek olmalıyız; köstek değil.”

Ve güzel laf yapan gagasıyla, karga sözlerine şöyle devam etti:

“Nerede kalmıştım?”

Mânâlı bir tavırla,

“Uçamayan iki ayaklı hayvanlardan bahsediyordun.” dedi Martı…

Martının sözlerine karşıt; güçlü, kalın sesiyle,

“Evet evet!” dedi Karga, hafifçe başını sağa sola sallayarak.

Kısa bir bekleyişin ve sessizliğin ardından karga, kara kanatlarını sağa sola çırpan kederli tavrı, beden dilinden okunuyor gibiydi. Boynunu hafiften yere eğerek, kara gagası toprak zemine bakar vaziyette, derinden bir iç çekerek, düşünceli bir tavırla kendi kendine mırıldandı. Kara gagasından çıkan kısa bir cümle aslında her şeyi anlamlandırıyordu:

“Ah, şu insanlar!”

“Beton binaların arasına sıkışmış parkımız, uçamayan iki ayaklı hayvanların sözcüleri tarafından yok edilip, parkın bulunduğu yere beton binalar inşa edileceğine dair, bazı söylentiler dolaşıyor.”

“İnsanların birçoğu iyi niyetli ve dost canlısı olabilir ancak insanların dünyası bizim dünyamıza ve bizim yaşam tarzımıza benzemez. Yani bizim anlayacağımız dilde söylemek gerekirse insanların sözcüleri kendi çıkarları adına, yapamayacağı zulüm ve gaddarlık yoktur. Her şeye hazırlıklı olmamız gerek.”

İri yapılı siyah-beyaz renkte olan alaca bir kedi, ön patilerini yavaşça öne doğru attı. Birkaç adım atmasının ardından yemyeşil gözlerini kısarak, bir süre etrafını süzdü. Bu sırada diğer tüm hayvanlar Alaca Kedi’nin ne söyleyeceğini merakla bekliyorlardı. Özellikle köpekler!

Sanki köpeklerin, Alaca Kedi’nin söyleyeceği sözlerden hoşnut olmayacak gibi bir tavırları vardı.

Alaca Kedi kendinden emin ve kararlı bir şekilde,

“İnsanları kediler kadar iyi tanıyan hiçbir hayvan yoktur.” dedi. Endişeli bir tavırla!

Diğer tüm kediler, bu sözlerin üzerine, siyah beyaz renkteki, Alaca Kedi’yi onaylar gibi, hiç kimsenin anlayamadığı bir dilde, parkın içindeki ağaç dallarının arasında yüksek frekanslı sesler işitiliyordu. Sanki kediler kendi aralarında konuşuyor gibiydiler. Eğer Huzur Park’ta işitilen bu sesler, kedilerin kendi aralarında geçen bir konuşması ise, kedilerin, insanlar hakkındaki düşünceleri ortak paydada birleşmiş ve ortak fikirde anlaşmış gibi görülüyordu. Ya da Alaca Kedi’ye yani arkadaşına vermiş oldukları desteklerini çıkardıkları seslerle ifade ediyorlardı. Aslında köpekler dâhil, bütün hayvanlar Alaca Kedi’ye verilen büyük desteği anlamışlardı şehirde!”

Düşünceli bir halde kara gagasını hafifçe sağa sola sallıyor ancak bu durum karşısında soğukkanlılığını koruyarak, sessizce olan biteni öylece izliyordu Bilge Karga…

Börtü böceklerin, İki Kıtalı Şehir’in hayvan sakinleri arasında en aşağı tabaka oldukları konusunda birçok farklı parkta ve toplu ve sık ağaçların bulunduğu yerleşim alanları gibi yerlerde bu hayvanların hayata olan bakış açıları pek çok yorucu tartışmalara neden olmuştu. Aslında kendilerine biçilmiş rolü oynamalarının dışında varlıkları ve yoklukları pek de belli olmuyordu. Birçoğu park meydan alanını çoktan terk etmiş, parkın farklı bölgelerine dağılarak ağaç köklerine, ağaç dallarına ve yaprakların üzerlerine geri dönüp olağan rutin işlerine geri dönmüşlerdi. Geride kalanlar da hayretle diğer hayvanların aralarında geçen konuşmaları, tartışmaları izliyorlardı. Ancak şaşkınlıkları diğer hayvanların aralarında geçen tartışmalar değildi. Park Meydanı’nda kendi cüsselerine göre devasa ölçülerde olan farklı görünümlü bu hayvanların, Park Meydanı’nda neden toplaştıklarını ve ne yaptıkları konusunda hiçbir fikirleri olmadığı gibi ve diğer tüm hayvanların yapmış oldukları eylemler de onlara anlamsız geliyordu. Bu sırada leyleklerin içinden biri, sağ uzun bacağını bir adım öne atmasının ardından ayağını hafifçe yukarı kaldırarak toprak zeminine sertçe tekrar tekrar vurdu. Ayağının tabanı toprak zemininde her buluştuğunda, her bir darbede ve her bir seferinde yaprakların, kuru ağaç dallarının ışıltıları daha da çok işitiliyordu. İki kanadını sağa sola açmış bir şekilde, uzun boynunu aşağı yukarı doğru hareket ettirerek uzun gagasından şu sözler çıkıyordu. Kendinden emin bir tavırla:

“Elbette, parkların yok olması hoş bir durum olmasa da biz leylekler olarak, evlerin üzerindeki bacalarda, evlerin çatılarında yuvalarımızı güvenli bir şekilde inşa ediyoruz. İki ayaklı uçamayan hayvanlar, yani karga kardeşimin deyişiyle, insanlarla barışçıl bir şekilde birlikte yaşamlarımızı sürdürüyoruz. Onlar bizim düşmanımız değil, aksine onlar bizim müttefiklerimiz.” dedi Leylek.

Leylek arkadaşlarının bu sözlerinin ardından diğer tüm leylekler, kardeşlerinin söylediklerini doğrular gibi, coşkuyla kanatlarını hızlı hızlı çırparak ‘Bizim insanlarla bir alıp veremediğimiz yok!’ dercesine kendi aralarında kısa bir sohbete tutuştular. Bu sırada tüm martıların ortak görüşünü deklare eder gibi, bir martının gagasından çıkan sözler şöyle başlıyordu:

“Leylek kardeş doğru söylüyor. Bizim parklarda veya ağaç dallarında pek işimiz olmaz. Zaten, İki Kıtalı Şehir’imizde parktan çok ne var? Biz, martılar olarak ekmeğimizi denizden çıkarıyoruz. Yiyecek bulamadığımız günlerde de uçamayan iki ayaklı hayvanların deniz kıyılarında açtıkları balık tezgâhlarından zaten yolumuzu buluyoruz.” dedi Martı, pişmiş kelle gibi sırıtarak…

Bu alaycı ve yersiz sözlerin ardından Park Meydanı'nda bir yaygara koptu ve kargalar hararetli bir tartışmaya girdiklerini fark etmediler. Bu gürültü patırtının içinde tek bir karga sakinliğini koruyordu. Bu kargaşa içinde masumiyetleri, korkuları yüzlerinden okunan güvercinler ve kumrular çaresizce birbirlerine bakmakla yetinirken, bütün serçeler ağız birliği yapmışçasına minik bedenlerinde taşıdıkları küçücük gagalarından çıkan cılız bir sesle Park Meydanı’ndaki tüm hayvanlara haykırdılar.

Serçelerin bedenleri minik, sesleri cılızdı ancak haykırışları yürekleri kadar büyüktü.

Serçelerin içinden biri cılız sesiyle,

“Bu mesele sadece İki Kıtalı Şehir’imizde katledilen ağaçlar, park alanları ve yaşam alanlarımız değil, aksine bu mesele bizim özgürlüğümüzle ilgili bir durumdur.” dedi.

Bu haykırışın ardından Huzur Park Meydanı kısa bir süre sessizliğe büründü. Çok geçmeden meydan alanında gruplar halinde toplanan hayvanlar arasında leylekler ve martılar, daha önce görülmemiş bir biçimde birbirleriyle kaynaşmıştı ve park meydanının bir köşesinde birlik olan bu hayvanların bulundukları bölgeden kahkaha sesleri yükselerek etraf yankılanıyordu. Kahkaha seslerinin içinden güçlü bir ses işitildi meydan alanındaki diğer tüm hayvanların kulaklarında, bu sese kulak kabartan hayvanların birçoğu işitilen bu sese hiddetlenirken, birçoğu da düşünceli bir halde sakinliklerini korumaya çalışıyorlardı. Kahkaha seslerinin içinden işitilen sesin sahibi bir martı olduğu çok geçmeden anlaşılmıştı. Sesin sahibi grup halinde kaynaşan leylekler ve martıların içinden ayrılarak mağrur görüntüsüyle ile birlikte kendinden emin bir tavırla öne doğru çıktı.

Martı, pişmiş kelle gibi sırıtarak ve alaycı bir tavırla, “Serçelerin bedenleri küçük olduğu kadar beyinleri de küçük herhalde! Bilmiyorlar mı ki bizim kanatlarımız var. Dilediğimiz yere uçar gideriz. Özgürlük diye saçma sapan varsayımlarda bulunuyorlar.” dedi ve ekledi:

“Özgürlük budalaları işte!”

Bu sözlere oldukça sinirlenen ve daha fazla sakinliğini koruyamayan kargaların içindeki en bilgesi olarak anılan, o Bilge Karga bir anda kara kanatlarını hızlıca çırparak öne doğru fırlayıverdi.

“Arkadaşlar, yoldaşlar!” dedi.

“Martı arkadaş yanılıyor. Aslında yanılmaktan ziyade kendi çıkarlarını tüm hayvanların çıkarlarından daha üstün tuttuğu gibi, bilmiyorlar mı ki ekmeklerini denizden çıkardıklarını gururla söyleyen martılar, insanlar bir gün yaşam alanlarını yani denizleri tamamen kirlettiklerinde karınlarını nasıl doyuracaklarını hiç düşündüler mi acaba! Üç beş uçamayan iki ayaklı hayvanların, martılara attıkları birkaç parça simitlerle karınlarını doyuracaklarını düşünüyorlar herhalde?” dedi Bilge Karga gagasıyla!

Bunun üzerine yine alaycı bir tavırla, kargaya hitaben şöyle dedi Martı:

“Ben, atalarımdan işittiğime göre, uçamayan iki ayaklı hayvanlar sadece insanlar değil, İki Kıtalı Şehir’imizin ötesinde bir yerlerde yaşamlarını sürdüren penguenler de iki ayaklı olup, uçamayan hayvanlardır. Bizi bu meydan alanına toplayarak ve iki süslü lafla, karga bize bilgelik taslıyor işte.”

Bu alaycı sözleri işiten tüm kargalar hiddetlenerek kara kanatlarını sağa sola açmış bir şekilde, birbirlerine karışmış grup halinde bekleyen leylekler ve martıların üzerlerine uçacakları bir anda Bilge Karga tek bir kanat hareketiyle bütün kargalara durun diye bir işaret yapmasının ardından, tüm kargalar bir anda duraksayıverdiler.

“Arkadaşlar, durun!”

“Ne yapıyorsunuz?”

“Şaşırdınız mı?”

“Bize kavga etmek hiç yakışıyor mu? Kavga etmek insanların davranış biçimi olduğunu ne çabuk unuttunuz böyle! Boş yere kavga etmek, kaba kuvvet insanlara özgü bir durum olup ve onların işbirlikçilerine, yandaşlarına yakışan bir davranıştır.”

Kargaların içinden biri, “Ama efendim.” dedi.

Bilge Karga sert bir tavırla: “Bu işin aması falan yok… Biraz sakin ol bakalım! Martı, sizi bu sözleri ile manipüle etmeye çalışıyor. Anlamıyor musunuz?”

“Ne efendisi?”

“Tanrı aşkına! Bana ‘Efendim’ demeyi bırakın artık. Ben, sadece sizin arkadaşınızım.” diyerek o karga arkadaşını fena şekilde azarladı.

Pişmiş kelle gibi sırıtan martıya dönerek, “Ataların doğru söylemiş.” dedi sırıtan bir yüze bakarak:

“Martı kardeş, sığ düşüncelerin sırıtan yüzünün ötesine geçmiş farkında değilsin.”

Hiddet dolu bir ifade ile birlikte ve biraz da gagasında kelimeleri geveleyerek, kekeleyerek. “Sen, ne demek istiyorsun?” dedi Martı…

“Şunu demeye çalışıyorum Martı kardeş:

“Evet, penguenler İki Kıtalı Şehir’imizin çok çok ötelerde bir yerlerde yaşamlarını sürdürdükleri gibi, penguenler de tıpkı insanlar gibi iki ayaklı uçamayan bir hayvandır. Martı doğru söylüyor. Ancak penguenleri bu coğrafyada yaşayan neredeyse tüm hayvanlar, penguenler hakkında pek bir bilgi sahibi değildirler. Birkaç göçmen kuşlarla birlikte martı kardeşin atalarından kalan bilgi kırıntıları dışında… Bu nedenle insanlara uçamayan iki ayaklı hayvanlar benzetmesi yaptım ki tüm hayvanların zihinlerinde bir insan profili çizilsin diye…”

“Şimdi gelelim asıl meseleye!”

“İster iki ayaklı olsun, ister dört ayaklı olsun, ister kanatlı veya kanatsız olsun, ister toprak zemininde veya ağaç dallarında sürünenler olsun, ister suyun içinde yüzenler olsun, tüm hayvanlar bir kürenin içinde ve birlikte yaşıyoruz. Bu kürenin içindeki bir hayvanın doğayı bozması, yani farklı coğrafyalarda yaşamlarını sürdüren tüm hayvanları etkiler. Ancak insanlar dışında doğayı katleden başka bir hayvan türünün olması, görülmüş bir şey değildir. İnsanlar gibi kendi çıkarları adına kendi türünü sömüren başka bir hayvan da yoktur…” dedi Bilge Karga.

Kısa bir süre düşünceli bir halde tüm hayvanların çakmak çakmak bakan gözlerini süzmesinin ardından sözlerine şöyle devam etti:

“Sanayi devrimi, sanayi devrimi, sanayi devrimi!” diyerek kendi kendine kara gagasıyla kelimeleri hüzünlü bir ifadeyle geveliyordu.

“Evet!” dedi Bilge Karga… Sol kanadını kaldırmış bir halde, güçlü ve sert bir ifadeyle, “İnsanların gerçekleştirdiği sanayi devrimin ardından bir elin on parmağını geçmeyecek sayıdaki bazı insanlar, bazılarını yani birçoğu kendilerine hizmet etsinler diye bu sanayi devrimi gerçekleşti. Aslında, insanların sömürgecilik anlayışı sanayi devriminin, ta öncesine kadar dayanır ama şimdi bu husus, bizim konumuzun dışında..."

“İnsanlar, bizim gibi değiller yoldaşlar! Bizim gibi sabahları aç uyanıp, akşamları tok yuvamıza dönmemiz gibi bir anlayışa, insanların birçoğunun tahammülü yoktur.”

“Arkadaşlar!"

“Yoldaşlar!”

“Evet, iki ayaklı uçamayan hayvanlar yani insanlar, ihtiyacından çok ürettikleri ürünlerinin fazlasını biriktirerek kendi türüne üstünlük kurmayı amaçladılar. İşte sanayi devrimin getirdiği sonuçlar sadece bununla sınırlı kalmadı. Fabrika bacalarından çıkan zehirli dumanlar atmosferimizi zehirleyerek, küresel bir felakete zemin hazırladılar. Ne uğruna, yeşil renkte birkaç parça kâğıt uğruna tabii ki! İşte bu, fabrikaların bacalarından çıkan zehirli dumanlar atmosferi kirleterek küresel bir ısınmaya neden oldu. Böylece uzak diyarlarda yaşamlarını sürdüren penguenlerin ve diğer hayvanların yaşamları ve yaşam alanları yok edilmeye terk edildi. Sanayi devriminden çok uzun yıllar sonra bazı uçamayan iki ayaklı hayvanlar bu gerçeği gördü ve bazı önlemler almaya başladılar.” dedi Bilge gagasıyla karga.

Ve sözlerine şöyle devam etti:

“Evet, leylek ve martı kardeşlerim, bu sadece bir park meselesi değil, ciddiye alınması gereken en önemli meselelerden biridir. Tüm hayvanların özgürlük mücadelesidir. Yoksa konabileceğiniz bir ağaç kalmayacak. Üzerinden uçabileceğiniz bir deniz kalmayacak, evlerin üzerindeki bacalara inşa edebileceğiniz yaşamlarınız kalmayacak.” dedi sol kanadını sağa sola sallayarak karga coşkuyla…

Bilge Karga’nın bu etkileyici çıkışının ardından parkta toplanan hayvanların bir kısmı coşkuyla oldukları yerde kanatlarını çırparak zıplıyorlardı. Başta kargalar olmak üzere, kumrular, güvercinler ve serçeler. Bir kısmı da düşünceli bir halleri var gibi görünüyorlardı. Grup halinde kaynaşan leylekler ve martıların birçoğunun boyunları yere eğmiş ve kısa ve uzun gagalar toprak zemine bakar bir vaziyette, sessizce düşüncelere dalmışlardı. Bilge Karga’nın sözlerinin ardından, çok geçmeden hırslı, çıkarcı tavırları ağır basarak eski düşüncelerine geri dönerek kendi kendilerine homurdanıyorlardı.

Kediler düşünceli bir halde sessizliklerini korurken, köpeklerin içinde gruplaşan bazı köpeklerin, kedilerin tavırlarına göre harekete geçeceği yönünde bir his uyandırıyor gibi bekleyişlerini sessizce sürdürüyorlardı. Ancak köpekler kendi aralarında fısıldaşmaktan da geri durmuyorlardı. Bu bekleyişin, sessizliğin ve fısıldaşmalarının arasından insanlar tarafından kategorize edilerek sınıflandırılan bir köpek güçlü sesiyle öne atıldı. Bu köpeğe verilmiş olunan cins adı Çoban idi. Bir kimliği veya özel bir adı var mıydı? Bunu kendisinden başka bilen hiçbir hayvan yoktu elbet. Belki de yakın ilişkiler içinde oldukları dostları gerçek adını biliyordu. Çenesinden ön iki ayağının altına kadar uzanan beyaz renkli kısa, sık tüyleri ve tüm vücudunu kaplayan açık kahverengi rengiyle, iri yapılı Çoban köpeği yavaşça ama kararlı bir tavırla ön patilerini bir iki adım öne atarak, güçlü bir şekilde havlamaya başladı. Bu beklenmedik havlama sesinin vermiş olduğu korku kargalar ile kediler dışında tüm hayvanları etkilemişti. Özellikle serçelerin minik kalplerini durduracak gürültüde bir sesti bu… Ancak Çoban köpeğin ürpertici güçlü sesine, haşmetli duruşuna rağmen, İki Kıtalı Şehir’in tüm sıkıntılarını, çilelerini üzerinde taşıdığı izlere dikkatli bakan bazı gözlerden kaçmıyordu. Çoban köpeğinin gösterişli bir giriş yapmasının ardından Bilge Karga’ya dönerek gür sesiyle şöyle dedi:

“Evet, söylendiği kadar görmüş geçirmiş bilge bir kargasın, seni takdir etmemle birlikte sözlerinin çoğuna katılmıyorum. Burada bizimle beraber olan veya olmayan, hatta İki Kıtalı Şehir’imizin ötesinde yaşamlarını sürdüren tüm köpekler kuşkusuz insanların dostudur.” Bilge Karga aniden öfkeyle sözünü kesti ve şöyle dedi:

“Burada bulunmayan hayvanlar adına konuşma! Ayrıca başkalarının adına değil, kendi adına konuş!”  

“Bunu seninle tartışacak değilim.” dedi Çoban köpeği ve ekledi:

“Asılsız iddialarınla tüm hayvanların aklını bulandırıyorsun. İnsanlar bizim her zaman dostumuz olmuştur. Çünkü onlar daima bize yardımsever davrandılar. Belki aralarında kötü niyetli olan insanlar var elbet. Hangimiz kusursuzuz ki? Bir elin beş parmağı bir mi? Hayır, hayır, bütün insanları aynı kefeye koymak vicdansızlık olur. Pek azı dışında insanlar bizim dostumuzdur.”

“Hayır hayır!” dedi Bilge Karga. “Yaşantımızı sürdürdüğümüz bu kürenin içinde hiçbir hayvan kendi çıkarı adına başka bir hayvanı sömürmeye kalkmaz. Tüm hayvanlar doğası gereği yapması gereken şeyi yapar. Bu da yaşamın zorluklarına karşı tutunmaktır.”

Çoban köpeği, kargaya bakarak ön dişleri görülecek bir şekilde sırıtarak, “Öyle mi?” dedi.

“Evet, öyle!” dedi Bilge Karga.

“Öyleyse kedilere ne demeli?”

“Bir kap mama için insanlara yapmadıkları şirinlikler kalmıyor.” dedi alaycı bir tavırla…

Ve Çoban köpeği parktaki tüm köpeklerin desteğini arkasına alarak zehir zemberek sözlerine şöyle devam etti: 

“Elbette bu sözlerin ardından martılar ile leyleklerin sesleri pek çıkmasa da içten içe köpeklere verdikleri destekleri her hallerinden belli oluyor gibiydi. Parktaki tüm kediler, hiddetli gözlerle köpeklere bakarken güvercinler, kumrular, serçeler ve kargalar endişeli gözlerle olan biteni izliyorlardı. Varlıkları ve yoklukları pek de belli olmayan börtü böcekler ise, olağan işlerine geri dönmüş, park meydan alanını çoktan terk etmişlerdi. Huzur Park’ı kaplayan huzursuzluk, park meydan alanında geçen sert tartışmalar sonunda her an gürültü patırtının ötesine geçecek gibi görünüyordu.   

“Evet, kediler sadece bir kap mama uğruna insanlara şirinlikler yapmıyorlar; unutmadık! Biz, bir kedinin trafoya girerek İki Kıtalı Şehir’imizin ışıklarını kapatarak insanlara olan minnettarlığını, evet, unutmadık.”

Kedilerin bu asılsız iddiayı her işittiklerinde oldukça öfkelendiklerini deneyimleyen birçok hayvan İki Kıtalı Şehir’in sokaklarında tanık oldukları söylenir. Kedilere göre bu alçakça atılmış iftiralara karşı bütün kedilerin oldukça rahatsızlık duymasının ötesinde pençelerini çıkarmış hiddet dolu gözlerle köpeklere bakıyorlardı. Bu sırada Alaca Kedi, iri cüssesiyle hırlayan Çoban köpeğine öfke dolu yemyeşil gözlerini dikmiş bir vaziyette, hazır halde bekleyen pençeleri, kabaran siyah beyaz tüyleri ile birlikte sırtını yukarıya doğru esneterek cüsseli Çoban köpeği ile aynı boyutlara gelme çabası içine girmişti.

Elbette, Alaca Kedi’nin bu çabası beyhudeydi. Ancak iftiraya uğrayan bir kedinin öfkesi hiçbir şeye benzemediğini birçok hayvan deneyimlemişti. Özellikle köpekler, bu acı verici deneyimi tadan hayvanlar arasına giriyordu. Hırlayan iri cüsseli Çoban köpeği ile pençelerini açmış Alaca Kedi’nin olası şiddetli çatışmanın yaşanacağı sırada sağduyulu davranan Bilge Karga, Çoban köpeği ile Alaca Kedi’nin tam ortalarına uçarak iki kara kanadını açmış bir vaziyette, olduğu yerde zıplayarak, bilge gagasını sağa sola çevirerek telaşla şöyle dedi:

“Arkadaşlar, arkadaşlar, arkadaşlar!”

“Ne yapıyorsunuz? Yapmayın!”

“Kavga etmek insanlara özgü bir davranış biçimidir.”

“Fikir ayrılıklarımız olsa da anlaşmazlıklarımız olsa da biz hayvanız. Bu çirkin davranış biçimi bize kesinlikle yakışmıyor. Anlaşmazlıklarımızı konuşarak çözebiliriz.”

“Bu öfke niye?”

“Bu şiddet arzusu niye?”

“Durun artık!”

Bilge Karga, Alaca Kedi ile Çoban köpeğinin arasına girmiş, şiddetli bir çatışmayı önlemek adına gagasından çıkan sözleri sürdüğü sıradayken, leylekler ve martılar, gruplaşmış bir halde güvercinleri, kumruları ve serçeleri gözlerine kestirmiş ve doğru bir anın gelmesini sinsice bekliyordu. Diğer tüm kargalar ise önderleri olarak gördükleri Bilge Karga’nın sözlerine odaklanmış bir vaziyette, olan biteni dikkatlice izleyerek bir yerlere dalıp gitmişlerdi.

Bilge Karga’nın etkili sözlerinin ardından Çoban köpeğini ve Alaca Kedi’yi sendeleyerek bir anlığına duraksatarak, biraz olsun karganın sözleri sakinleşmelerini sağlamıştı. Ancak bir süre sonra sakinliği pek de dinmemiş gibi gözüken Alaca Kedi, sert bir ifadeyle Çoban köpeği dâhil tüm köpeklere hitaben şöyle konuştu:

“Öncellikle şunu söylemem gerek. Park meydanında bulunan tüm hayvanlara, burada olan veya olmayan bütün hayvanlar bilir ki kediler özgür ruhlu hayvanlardır. Hiçbir hayvanın hükümlülüğüne girerek teslim olması söz konusu bile değildir. Kedilerin insanlarla olan ilişkisi çok geçmiş zamanlara dayanır. Yıllar önce insanlar kendi yiyeceklerini kemirgenlerden korumak için bizimle yakın ilişkiler içine girdiler. Bu durum kediler için bol ve kolay yiyecek demekti. Böylece insanlar ve kediler arasında karşılıklı çıkarlar doğrultusunda adil bir anlaşma yapıldı.”

Daha sonra Alaca Kedi, Bilge Karga’ya dönerek şunları söyledi:

“Görmüş geçirmiş bir kargasın. Bu doğru değil mi?”

“Evet!” dedi Bilge Karga “Alaca Kedi doğru söylüyor.”

 Güvercinlerden biri iki laf arasına girerek,

“Evet evet!” dedi. “Ben görmüş geçirmiş bir güvercin değilim ama kedi arkadaşın doğru söylediğini şundan anlıyorum. İki Kıtalı Şehir’imizin bazı meydanlarında yeşil bir kâğıt karşılığında insanlar kendi türüne bir kap dolusu yiyecek veriyor. O insanlar da ellerinde tuttukları kapın içindeki yiyecekleri meydanlarda toplanan yüzlerce güvercine atıyorlar. Bu durum bizim için memnuniyet verici olsa da bazı insanların bize karşı iyi niyetlerini, sevgilerini bazı insanlar sömürüyorlar. Bu şehirde bu eylemi yapan başka bir hayvan görmedim.” dedi Güvercin tüm masumiyetiyle…”    

Alaca Kedi, güvercinin sözlerini onaylar gibi kuyruğunu dikleştirerek sağa sola sallamasının ardından eski sert tavrına geri dönerek sözlerine şöyle devam etti:

“Kediler, insanların hiçbir zaman kölesi olmadı köpekler gibi! Biz kedilerin insanlarla olan ilişkileri asla arkadaşlığın ötesine geçmemiştir. İnsanlar, köpeklere yaptıkları gibi bizi de sınıflandırarak, bazılarımıza tekir kedi, siyam kedisi yahut kara kedi dediler. Görünüşlerimize göre başka birçok isimler taktılar. Ancak bazı köpeklere verilen isimler görünüşlerinden ziyade insanlara yapmış oldukları hizmetlere göre isimlendirilerek kategorize ettiler. Peki, ne uğruna? Köpekler, ağır koşullarda tüm gün otlaklarda orada burada çalıştırılmasının ardından bir akşam vakti, insanların yedikleri yemeklerin artıklarını yediler. Şanslı oldukları günlerde birkaç parça et ve kemik ile ödüllendirildiler. Çoban köpeğinin asılsız iddialarda bulunduğu ifadesinde, doğru söylediği tek şey, insanların bize bir kap mama vermeleri elbet. İnsanların bize verdiği bir kap mamayı bir beklentisi olmadan sevgi dolu bir şekilde ikram ediyorlar.

Böylece insanlar ile kediler arasındaki ilişki arkadaşça ve sevgi dolu bir şekilde sürüp gidiyor. Doğrusu aynı insanlar, şefkatle köpeklere de aynı eylemi gerçekleştiklerine çok şahit oldum. Arkadaşlar, işte uçamayan iki ayaklı hayvanlar yani bu insanlar bizim gerçek dostlarımız, yoldaşlarımızdır. Ancak birçoğuna güven olmaz. Tedbiri elden bırakmamak gerek. Çünkü çok eski zaman dilimlerinde, anlamsız bir şekilde insanlar biz kedileri Tanrı gibi görüp, bizi kutsallaştırarak bize taptılar. Muhtemelen o dönemlerde yaşayan kediler yani atalarımız, oldukça eğlenceli günler geçirmişlerdir herhalde.” dedi Alaca Kedi gülümseyerek. Ve sözlerine şöyle devam etti:

“Ancak sonraki dönemlerde insanlar tüm acımasızlıklarıyla atalarımızı katlettiler; sırf bazı kedilerin rengi siyah diye! Çünkü kedilerin şeytani varlıklarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle saçma sapan bir inanca kapıldılar. Özellikle kara kedilere karşı tavırları daha sertti. Büyük bir soykırım gerçekleştirdiler acımasızca.” dedi hüzün dolu sözlerle… “Şimdilerde ise köpekler gibi, insanların işlerine yaramadığımız için biz kedilere nankör diyorlar. Ancak bu kesinlikle doğru değil. Biz özgür, bağımsız ve sevgi dolu hayvanlarız.”

“Arkadaşlar! Hele, şurada duran Çoban köpeğine de bir bakın. Tüm iri cüssesine rağmen bütün bedenini kaplayan insana dair izleri ben, buradan açıkça görebiliyorum.” dedi Alaca Kedi sert bir ifadeyle…

Alaca Kedi’nin şaşırtıcı, şok edici ve ibret verici konuşması, Bilge Karga dâhil, Huzur Park Meydanı’ndaki tüm hayvanları derinden etkilemişti. Köpeklerin bazıları bile kendi aralarında Alaca Kedi’nin şok edici konuşmasının etkisi altında kedinin doğru söylediği konusunda kısa bir tartışmanın içine girdiler. Ancak pek az köpek, kedinin etkili konuşmasını idrak edebilmişti. Huzur Park Meydanı’nda bütün hayvanlar arasında tartışmalar alevlendikçe alevlendi. Deliye dönmüş Çoban köpeği, kan çanağı gözleriyle birlikte ön dişlerinden toprak zemine damlayan salyalarla Alaca Kedi’nin üzerine atlayıverdi. Bilge Karga’nın ne etkili sözleri ne de sağduyulu tavrının bir önemi yoktu artık. Karganın gagasından çıkan sözlerindeki anlam yitirilmiş ve her şeyin anlamsızlaştığı bir anda tüm Bilge kargaların yaşadıkları çaresizliği, o da en acı şekilde tüm benliğinde hissederek yaşıyordu.

 



İKİNCİ BÖLÜM 
BİLİNÇALTINDAKİ KÂBUS


 

D

 

emokrasi Meydanı’na yakın bir öğrenci evinde, Umut 2013’ün Mayıs ortalarında bir günün sabahında, gün ışığının pencereden odaya düşen göz kamaştırıcı parlak ışığı ile birlikte inanılmaz bir baş ağrısı ve gördüğü garip bir rüyayla gözlerini açtığında, az ötedeki bir divanda arkadaşı Özgür derin bir uyku halinde öylece bir battaniyeye sarılmış yatıyordu. Göz kamaştırıcı gün ışığının etkisiyle, kısık gözleriyle odaya göz gezdirdiğinde, masanın üzerinde boş bira şişelerini, yarım kalmış bardakların içindeki biraları, masanın etrafına saçılmış çerez ve meyve kabukları ile birlikte masanın dibine düşmüş, ucuz büyük boş bir votka şişesinin halının üzerinde yan yatmış bir haldeyken, meyve suyu paketlerinin içinde az miktarda kalmış meyve suyunun halıya yavaş yavaş damladığını ve etrafa saçılmış eşyaları ‘kot pantolonları, gömlekleri, tişörtleri, çorapları’ gördü.

Bahar sıcaklığında odaya yayılmış sigara dumanı, alkol ile çorap kokusunun karışımından oluşan ilginç bir aroma kokusu odaya dağılmıştı. Ancak birçoğuna göre bu koku tahammül edilemeyecek kadar iğrençti doğrusu. Umut’un burnu bu kokuya oldukça alışkındı elbet. Pek aldırmadı bu kokuya. Bir anlığına gözü masanın dibinde yan yatmış meyve suyu paketinin içinden halının üzerine yavaş yavaş damlayan meyve suyuna takıldı. Uzandığı yataktan doğrularak elini uzatıp, o meyve suyu paketini kaldırmak istedi. Ancak bedeni bu eylemi gerçekleştiremeyecek kadar yorgun ve halsizdi. Bir süre boş boş bakan gözlerle aldırmadan halıya damlayan meyve suyu paketini izledi. Az ötede duran ucuz boş votka şişesi gözüne ilişti.

Umut kendi kendine mırıldanarak: “Dün gece ne kadar çok içmişiz öyle; neredeyse dün geceye dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu son olsun, bundan sonra alkolü bu kadar çok abartmayacağım.”

Bir anda aklına bir soru düştü: “Üç beş saat, belki de daha fazlası bilmiyorum. Sonuçta insan ömrünün yaşayacağı az bir sürede, alkolün keyif verici sınırını aşıp, bilinçsizce her nerede olursa olsun fark etmez, bir yerlerde dolaşmak korkunç bir şey. Peki, çoğu insan hayatları boyunca nasıl bilinçsizce yaşıyorlar bu sarhoşluğun içinde? Hayatlarının hangi dönemlerinde kaç şişe votka içtiler ki hâlâ ayılamıyorlar. Zihnimde bu soruyu bir yerlere oturtamıyorum. Evet evet, bu son olsun. Artık alkol sınırını aşmak yok. Eğer bu sınırı bir daha aşarsam trafik polislerinin alkollü sürücülere ceza kesmesi gibi ben de kendi zihnime bir ceza keseceğim. Peki, kendi zihnimi nasıl cezalandırabilirim ki bunula ilgili hiçbir fikrim yok…”

“Dur biraz! Bilinçsizlik bilinçsizlik… Evet, bir yerlerde bilinçsizce dolaşmaktan daha büyük bir ceza olabilir mi ki?”

“Hayır hayır, bir anlığına bile olsa, yaşamları boyunca bilinçsizce oradan buraya sürüklenen insanlar gibi asla olmayacağım!” dedi kendi kendine…

“Acaba saat kaç oldu? Henüz saat sabahın sekizi, Özgür’e bak, nasıl da mışıl mışıl uyuyor. Tekrar uyumam gerek. Ancak uyku beni terk edip gitti. Lanet baş ağrısı da hâlâ gitmedi durdu öyle! Mutfağa gidip bir ağrı kesici alacak bir halim bile yok. Hele biraz daha bekleyeyim. Belki lanet baş ağrısı geçer. Oda darmadağın olmuş, acaba mutfak ne durumda? Bunu hayal etmek bu kadar da zor değil. Sanırım berbat durumdadır. Yakında, kesin olarak bunu öğreneceğim zaten.”

Umut’un göz kapakları hafifçe ağırlaşarak, bir süreliğine dalıp gitti öyle… Ancak çok uzun bir süre geçmeden kendine geldiğinde masanın üzerindeki ağzına kadar sigara izmaritleri ile dolmuş kül tablasına boş gözlerle bir süreliğine baktı. Ve sol kolunu kül tablasının etrafına sigara paketinin içinden masanın üzerine düşmüş, saçılmış sigara dallarından birine uzanarak bir dal sigara aldı.

Sigarayı İki dudağının arasına getirdiğinde, “Çakmak nerede? Nerede bu lanet çakmak!” diye kendi kendine söylendi.

“Hah, işte burada! Masanın üzerinden aşağı düşmüş. Nerede olacak ki her zamanki yerinde işte... Yatağım ile masa arasında kalan zeminde.”

Sigarasını yaktı bir fırt çekti yatağa uzanmış bir halde, düşüncelere dalarak gördüğü garip rüyayı anımsadı. Anlaşılmaz bir şekilde gördüğü rüyanın her karesini ve her anını hatırlıyor zihninde canlanıyordu sanki.

‘Bilge Karga ve diğer kargalar, Alaca Kedi, Çoban köpeği, leylekler, martılar, serçeler, kumrular, güvercinler ve börtü böcekler; her şeyi hatırlıyordu.

Hem de her şeyi!

Her anı!

Acaba bu garip rüya, bir kâbus muydu? Yoksa bu rüyanın bir anlamı var mıydı? Bir şeye işaret mi ediyordu?

“Yok, hayır!” dedi kendi kendine…“Ne işareti olacak ki saçma sapan garip bir rüya işte.” diyerek kendi kendine gülümsedi.

İhtiyarların sıklıkla söylediği biraz komik, biraz da ilginç bir deyim aklına düştü:

“Sanırım uyurken popom yorganın dışında kalmış.” diyerek uzun bir süre kendi kendine gülümsemesi öylece sürdü.

Bu sırada sigarası da bitmişti. Bitirdiği sigarasını, izmaritlerle dolu bir kül tablasında sigara söndürmek doğrusu biraz zahmetli bir işti. Ancak zorlu ve zahmetli bir uğraştan sonra, sonunda sigarayı söndürmeyi başardı. Kül tablasının içindeki izmaritler, küllüğün dibine düşerek etrafa saçılmıştı. Ancak buna pek de aldırış etmedi; çünkü sigara ateşinin söndüğünden emindi. Önemli olan da buydu zaten…

Masanın üzerinde külden bol ne vardı ki “Sonra Özgür ile birlikte temizleriz.” dedi kendi kendine!

Ve tekrar yatağa uzanarak düşüncelere daldı gitti bir yerlere öylece Umut…

Özgür’ün sesi ile tekrar gözlerini açtığında telaşlı bir ses işitti kulağında:

“Oğlum kalk, uyan! Öğleden sonra saat ikiyi geçiyor. Her yer berbat durumda.”

“Ne? Ne var? dedi uykulu ve kısık gözlerle Umut…

“Saat ikiyi geçiyor diyorum. Ortalığı toparlamalıyız. İşim var, dışarı çıkacağım; hadi kalk artık.”

“Tamam oğlum ya! Kalkacağım şimdi. Biraz kendime geleyeyim.” dedi.

Bir süre yatakta bir sağa döndü, bir sola döndü ve sonunda sırt üstü tavana bakar vaziyette öylece boylu boyunca uzanmış halde dakikalarca boş boş tavana baktı.

“Hayır hayır, uyku beni çoktan terk etti. Bu neyin mücadelesi oğlum?” dedi Umut kendi kendine…

Birdenbire yataktan fırlayarak banyonun yolunu tuttu. Elini yüzünü yıkayıp, soğuk suyun etkisiyle kendine gelmiş hissetti bir anlığına! Fakat sabahki baş ağrısından da eser kalmamıştı. Sabah hayalini kurduğu şeyle yani mutfakla yüzleşme vakti gelmişti. Mutfağın durumunun, düşündüğünden daha da berbat olduğunu gördü. Dün geceye dair yaşananları yavaş yavaş hafızasına geri yükleniyormuş gibi hissetti. Ama pek de şaşırmadı bu duruma!

Dibi tutmuş tencere ve tavalar, yağ içinde kalmış mutfak tezgâhının üzerine dağılmış bir yılan misali spagetti taneleri tezgâhın üzerinde kıvrılmış halde kendilerine bir yol tutmuştu. Tezgâh lavabosunun içinde oluşan gölet de spagetti taneleri ile birlikte yüzen domates, biber, soğan kabukları ve parçaları ile doluydu. Mutfak tezgâhı ve mutfak masanın üzerinde kirli bardaklar, etrafa saçılmış yemek atıkları ile kurumuş tabak ve çanaklar her yerdeydi.

Evet, şaşırtıcı değildi. Sadece bu hafta sonu mutfakla yüzleşmek biraz ağır gelmişti Umut’a…

Mutfağın bir köşesinden iş tutan Özgür’e gülümseyerek, “Kolay gelsin!” dedi Umut...

“Bırak şimdi kolay gelsin laflarını da bana yardım et. Bir an önce evi toparlayıp, biraz bir şeyler atıştırıp, hemen dışarı çıkmam lazım. Bizimkilerle yani bizim tayfa ile buluşacağım.”

“Peki, nerede buluşacaksınız?” diye sordu Umut.

“Her zamanki takıldığımız yerde işte...”

“Gül ile Yasemin de orada olacaklar mı?”

“Bilmiyorum.” dedi Özgür… “Son konuşmamızda geleceklerini söylemişlerdi ama gelirler mi bilmiyorum. Kızları bilirsin. Ne yapacakları belli olmaz.” dedikten sonra Özgür, arkadaşına mânâlı bir şekilde bakarak:

“Bunu neden soruyorsun ki?”

“Ne oldu?” dedi yüzüne konan bir tebessümle…

“Dostum, ne olacak? Sordum işte öylesine…” 

“Yok yok, var sende bir şey.” dedi Özgür...

“Hayır ya, ne olacak ki? Saçmalama be oğlum. Ne olacak ki? Gerçekten bir şey yok...”

“Tamam tamam!” dedi gülerek Özgür…

“Hadi sen de gel bizimle! Biraz kafan dağılır; kendine gelirsin.”

“Aslında iyi olurdu ama yok ya hayır!” dedi Umut. “Bugün kendimi çok halsiz hissediyorum. Hâlâ dün akşamdan kalmayım. Ben evde takılacağım öyle...”

“İyi, tamam! Sen bilirsin o zaman.”  dedi Özgür…

Uzun ve zahmetli bir uğraştan sonra mutfağı ve evi toparlayıp, mutfaktaki yemek masasına kahvaltılık bir şeyler hazırladıkları sırada durduk yere yakın arkadaşı Özgür’le tanıştıkları gün aklına geldi.

İkisi de İki Kıtalı Şehir’in adını taşıyan aynı üniversitede okuyor ancak farklı fakültelerde öğrenimlerini sürdürüyorlardı. Umut, Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisi iken, Özgür de Siyasal Bilgiler Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydi.

Umut, bir öğleden sonra kampüsün seyrek ağaçları içindeki spor tesisleri ile sıralanmış fakülteler arasında kantinin önünde beklerken, karton bardaklarda çay, kahve ve atıştırmalıklar için sıra beklerken Özgür ile karşılaştı. Böylece onlarca genç arasında hızla kaynaşan Umut ve Özgür'ün dostluğunun ilk adımları atılmış oldu. Tanışmalarının üzerinden neredeyse bir yıl geçmişti ancak birbirlerini onlarca yıl tanıyorlarmış gibi hissediyorlardı. Hissedilen duygular, aynı yere açılan kapının ardındaki aynı düşüncelerde buluşmuşlardı.

Umut, bu düşünceler içinde hazırladıkları kahvaltı sofrasının önünde duran sandalyeyi biraz geriye doğru çekerek oturdu. Ancak bir söz etmedi. Bir parça ekmek, biraz beyaz peynir ve bir tane zeytini ağzına götürmesinin ardından bir yudum koyu sert kahvesinden içti. Daha sonra düşünceli bir halde masanın üzerindeki kâsede üst üste yığılmış zeytinlerle çatalıyla oynamaya başladı. Hep aynı zeytine çatalı batırıyor sonra geri bırakıyordu. Her seferinde gözüne kestirdiği aynı zeytine karşı bu eylemi gerçekleştiriyordu. Zavallı zeytin delik deşik olmuştu. Dün gece gördüğü rüyanın etkisinden bir türlü kurtulamıyordu. Huzur Park'taki tüm olaylar bir işaret miydi? Yoksa sadece aptalca bir rüya mıydı? Kendi aralarında konuşan ve tartışan tüm hayvanların gerçekleştirdikleri eylemin bir anlamı olmalıydı. Kafasını meşgul eden rüyayı bir türlü aklından çıkaramıyordu.

Arkadaşının durgun, düşünceli halini fark eden Özgür, endişeli bir ifadeyle:

“Oğlum sen iyi misin? Ne yapıyorsun öyle? Harbiden hiç iyi görünmüyorsun?” dedi. 

“Ben iyiyim.” dedi Umut…

“Hayır hayır, iyi değilsin. Bugün çok dalgınsın. Ne oldu sana?”

“Bir şey yok.” dedi Umut düşünceli gözlerle arkadaşına bakarak!

Birkaç dakikalık sessizlikten sonra delik deşik ettiği zeytinle oynamaya devam ederken alçak sesle kendi kendine şöyle mırıldanıyordu:

“Bilge Karga, Alaca Kedi, Çoban köpeği, kargalar, martılar ve leylekler."

"Neden bahsediyorsun!" dedi sert bir ifadeyle, kaşlarını çatarak Özgür…

Ancak Umut o kadar dalmıştı ki arkadaşının sert çıkışını duymadı bile… Tek kelime etmedi. Sanki bir yerlerde kaybolmuş gibiydi.

Bunun üzerine Özgür, biraz daha sert bir ifadeyle ve sesini biraz da yükselterek:

"Hey! Neden bahsediyorsun? Şu lanet zeytinle oynamayı bırak artık! Ne kargası? Kendine gel artık! Ne martısı?" diye bağırdı. Umut birden irkilerek kendine geldi ve şöyle konuştu: 

“Kusura bakma dostum” dedi. Sanırım biraz dalıp gitmişim öyle!”

“Biraz mı? Sabahtan beri sana sesleniyorum. Kendi kendine ne sayıklıyorsun öyle!”

“Tamam tamam, haklısın!” dedi Umut ve sözlerine şöyle devam etti:

“Dün gece çok garip bir rüya gördüm ve hâlâ etkisini üzerimden atamıyorum.”

“Evet, belli oluyor. Bütün hıncını bir zeytinden çıkardığına göre rüya oldukça ilginç olmalı zaten.” dedi Özgür yüzüne yansıyan tebessümle…

“Peki, ne gördün? Anlat hadi. Çok meraklandım şimdi.”

Bir gülümseme ile Umut:

“Tamam! Ama aklındaki rüya gibi bir şey değil yani!”

Özgür. Kahkaha atarak.

“Orasını ben, bilemem.” dedi.

Umut, bu saçma muhabbeti daha fazla uzatmamak için bir söz etmedi ve masanın üzerinde duran metal bir tabakanın içinden bir dal sigara aldı. Sigarasını yaktı ve bir fırt çekti derinden. Soğumuş koyu sert kahvesinden bir yudum içmesinin ardından sözlerine şöyle başladı:

“Ya çok garip bir rüyaydı.”

Heyecanla kargaları, leylekleri ve kedileri yani tüm hayvanların aralarında geçen tartışmaları ve Huzur Park’ta yaşanan gerilimin her ayrıntısına kadar arkadaşına anlattı. 

“Gerçekten de çok ilginç bir rüyaymış. Ama Bilge Karga’ya bayıldım doğrusu! Karga tam benim kafaymış.” dedi gülerek Özgür.

"Benimle dalga geçme oğlum, burada ciddi bir şeyden bahsediyorum."

“Tamam, tamam!” dedi Özgür.

“Sence bu rüyanın bir anlamı olabilir mi? Yahut bir şeye işaret mi ediyor?”

Gülmesi hâlâ süren Özgür şöyle dedi:

“Yok be oğlum! Neye işaret edecek? Sanırım bu aralar çok fazla haber ve talk show programları falan izliyorsun. Bu da senin bilinçaltına yerleşmiş gibi gözüküyor. Takma kafana!”

“Belki de haklısın.” dedi Umut Kafasında yer etmiş bir soruyla!

Özgür, daha önceki teklifini yenileyerek:

“Hadi sen de gel bizimle, biraz kafan dağılır. Belli ki bu rüya seni epey sarsmış.” dedi gülümsemelerin ardındaki bir endişeyle…

“Ben iyiyim. Bu rüya sadece kafama takıldı gitti işte; o kadar!”

“Rüyayla ilgisi falan yok. Kendimi o kadar halsiz ve kötü hissediyorum ki gerçekten dışarı çıkmak istemiyorum. Dün gece alkolü çok abarttık. Biliyorsun!”

“Evet, ya!” dedi Özgür.

“Haklısın bayağı bir abarttık. Tamam öyleyse! Ben çıkıyorum o zaman. Akşam konuşuruz.”

“Tamam!” dedi Umut, “Size iyi eğlenceler!”

­­­

Yarımada Cumhuriyeti’nin başşehri Angora yani ülkenin kontrol merkezi İki Kıta Şehir'inden artık uzak değildi. Büyük hızlı tren projesiyle birlikte sevgililer artık özlem çekmeyecek kadar birbirlerine yakındı. Angora ile İki Kıtalı Şehir arasındaki mesafe üç-beş saate indirilmişti. Zaman zaman tren çok hızlı olduğundan dolayı raylardan çıksa da bu pek önemli görünmüyordu doğrusu; çünkü projenin adı büyük, ülke nüfusu da oldukça kalabalıktı. Zamanla raylar yerli yerine oturacaktı zaten. Önemli olan husus projenin adında gizlenmiş ‘BÜYÜK’ ibaresinin sihriydi.

Işık Ve Aydınlık Partisi (IAP) çok çok uzun yıllar önce coş-kuyla iktidara geldiği günü hiç kimse hatırlamıyordu. Unutulmuş gitmişti hafızalardan o gün yani yeni doğan bir bebeğin çocukluk dönemi, gençlik dönemi derken askerlik görevini tamamlamış ve evlenip çoluk çocuğa karışarak bir çekirdek aileye dönüşecek kadar uzun bir süreydi bu… Muhaliflerin çıkardıkları ufak tefek çatlak sesler dışında, o günün tarihi hafızalardan silinip gitmişti. Bu süreçte Yarımada Cumhuriyeti’nde büyük projeler ardı arkası kesilmeden ya tamamlanıyor ya da devam ediyordu. “Büyük karayolları projesi, büyük havayolları projesi, büyük köprü ve tünel projeleri, büyük yeraltı projeleri, büyük alışveriş merkezleri projesi, büyük stadyum projeleri, büyük camii projeleri ve büyük betonlaşma projeleri” gibi… Durmak bilmeyen projeler arasında en anlamlısını yakın bir zaman diliminde yerel seçimlerle gelen IAP Belediye Başkanı gerçekleştirmişti. Bu anlam yüklü projenin adı “Körler Kaldırım Projesi” idi. Yarımada ülkesinin bir şehrinde, en popüler caddelerinden birinde, kilometrelerce uzunluktaki kaldırım taşları tüm ihtişamıyla uzadıkça uzayan kaldırımın her yirmi metrede bir, kör vatandaşlar için özel olarak tasarlanmış kaldırımın tam ortasına dikilen ağaçlar ardı arkası kesilmeden bir yılan misali uzanıyordu. Körler için özel olarak tasarlanan bu parkura kör vatandaşların gerçek dostu olan eğitimli köpekler dışında pek de hoşnut olmayan başka bir kesim çıkmamıştı. Elbette bu projenin gururunu Işık Ve Aydınlık Partisi (IAP) seçmenleri gönüllerinde yaşıyorlardı. 

Bu anlam yüklü projeleri bile gölge de bırakacak olan proje, Yarımada Cumhuriyeti’nin başşehrinde gerçekleşmişti. Geçmişten günümüze kadar ulaşan kıymetli orman arazisin-deki 750.000 metrekare alana inşa edilen 1150 odalı ihtişamlı sarayın en belirgin özelliği, Yarımada halkının omuzlarında taşıdıkları cömertliğini gösteren simgesi en parlak haliyle yüzlerde yansıyordu. Sarayın maliyeti açıklanan resmi kaynaklara göre bir rakamın yanına bol miktarda sıfır olduğu yönündeydi. Ancak muhalifler, yaptıkları açıklamalarda sıfır rakamının daha fazla olduğunu vurgulayarak belirtiyorlar ve halkın düşünüldüğünden daha da cömert olduğu konusunda hemfikirdiler. Öte yandan Yarımada Cumhuriyeti’nin komşuları ve ötelerdeki ülkelerin liderleri, sarayın ihtişamı karşısında küçük dillerini yutmuşlar ancak biraz abartılı bulmakla birlikte, Yarımada halkının oldukça cömert olduğu konusunda birleşmişler gibi görünüyordu. Elbette, ihtişamlı görünüşü halkın cömertliği değildi, sadece sarayın özellikleri… Sarayı binlerce polis kuvvetleri, onlarca Özel Harekât Birlikleri, çevrede sıradan insanlar gibi dolaşan kimlikleri anlaşılamayan sivil polisler, binanın etrafı estetik görünümünü koruyan kurşungeçirmez camlarla çevrilerek otantik bir hava katıyordu. Üç ana giriş kapısında 2 metre yüksekliğinde, zırhlı ve kurşungeçirmez koruma perdesi ve tüm kapılarında son teknoloji araç altı bomba tespit sistemi bulunuyordu. İstihbarat birimleri olası bir suikast girişimine karşı sürekli teyakkuz halindeyken, sarayın çatılarında belirli noktalara konuşlanan keskin nişan-cılar olası tehditleri savuşturmak için hazırdı. Ayrıca saray kimilerine göre 3 bin, kimilerine göre de 5 bin kamera tara-fından 24 saat gözlem altında tutuluyordu. Tüm bu olağanüstü önlemler sarayın içindeki tek bir adamın güvenliğini sağlamak için itinayla hazırlanmıştı. Neredeyse Yarımada Cumhuriyeti’nin silahlı kuvvetlerinin yarısı tek bir adamı korumak için seferber olmuş gibi görünüyorlardı. Halkın cömertliği ile inşa edilen saraya bir bireyin bırakın 500 metre yaklaşmasını, çevrede uçuşan kuşlar bile sarayın üzerinden uçmak yerine, etrafından dolaşmayı tercih ediyorlardı. İnsanlar internette yayınlanan fotoğraflara gururla bakmakla yetiniyor ama akıllarındaki ortak düşünce, dudaklarından çıkan tek bir kelimenin aslında her şeyi anlamlandırdığıydı.

“Vay canına, ne saray yaptık ama…”  

“Vay canına, ne saray yaptık ama…”  

“Vay canına, ne saray yaptık ama…”  

Ancak halkın çoğunluğunun söylemlerinin ve düşüncelerinin aksine sorgulayan bir kesim daha vardı. Onlar dillerden hiç eksilmeyen ve onlara en kibarca söylenen ifadeler, ister sokakta olsun, ister Dokunulamaz Büyük Reisler Meclisi’nde olsun onlar, her yerde “aşağılık muhalifler” diye anılıyorlardı. Çünkü onlar tünelin ucundaki ışığı görmek istemeyen bir kesimdi. Her şeye karşıydılar. Her projeye, her söyleme, hatta başşehrine inşa edilen ihtişamlı saraya bile! Saçma sapan varsayımlarda bulunarak, halkın ışığını karatmaya yönelik çalışmalar yapıyorlar, çeşitli eylemler yapıyor ve halkın zihinlerini son derece tehlikeli söylemlerle bulandırıyorlardı. Muhalifler ise inşa edilen saraya oldukça öfkeliydiler. Zaman zaman, aslında çoğu zaman ülkenin çeşitli şehirlerinde yaşanan terör olaylarında yüzlerce vatandaş hayatlarını kaybediyor. IAP iktidarı ise teröre kurban giden masum canları süslü bir unvan verilerek, allayıp pullayıp törenlerle diğer tarafa gönderiyorlar ve geride kalan ailelere de üç kuruş maaş bağlanıyordu. Bu durumun muhalifler için çok can sıkıcı bir hal aldığı günlerde, bir rakamın yanında bir sürü sıfırın olduğu bir bedel karşılığında muhteşem bir sarayın inşa edilmesi sinirleri daha da germişti. Üstelik açlık sınırı altında yaşayan milyonlarca vatandaş geçimini zar zor sağlarken, ülkenin sınırlarını, kendi vatandaşlarını korumakta gerekli özeni göstermeyen Yarımada Silahlı Kuvvetleri’ne karşı bilinçli bir kesim öfkeli ve endişeliydi. Yarımada Silahlı Kuvvetleri’nin sarayı ve içindeki tek bir adamı korumak için her ayrıntı düşünülmüş olması muhalifler için ilginç geliyordu. Bunun yanı sıra çok çok uzun yıllar önce Işık ve Aydınlık Partisi’nden önceki yönetimlerde kendine saraydan kale inşa eden biri görülmemişti. Zaten IAP’den önceki yönetimleri ihtiyarlar dışında anımsayan pek az birey kalmıştı.

Günler günleri, haftalar haftaları kovalarken tartışmalar, eylemler ve protestolar sürüp gitmiş ancak Yarımada Başşehir’ine inşa edilen ihtişamlı saraya bir ad bulunamamıştı.

Büyük Önder’in çağrısıyla göz kamaştırıcı sarayın 1150 odasından birinde “Reisler Birliği” toplanmıştı. Reisler Birliği, IAP hükümeti tarafından 'Orta ve Küçük Reisler' olarak tasnif edilmiş ve yıllar içinde bazı değişikliklere uğrayarak son şeklini almıştı. Elbette bir de “Büyük Reis” vardı. Ancak Büyük Reis’in tek görevi Angora Başşehrin en güzel yerinde kendisine tahsis edilen köşkte, Büyük Önder’in projelerini ve kararlarını onaylamaktı. Bu nedenle onun bu tür toplantılara pek katıldığı görülmemişti.

İhtişamlı toplantı odasında, U şeklindeki masa düzeni özenle hazırlanmış ve her şey düşünülmüştü. Kristal kadeh-ler, altın kaplama porselen fincanlar, gümüş çatal bıçak ta-kımları, çay kahve cezveleri ve birbirinden lezzetli görünen çeşitli kurabiyeler ve pastalar tüm zarafetleriyle masanın üzerinde duruyordu.

Kendilerine ayrılan koltuklara ‘Küçük Ve Orta Reisler’ belli bir hiyerarşi düzeninde oturdular. Geçen ay yapılan yüzde altmış oranındaki Vatandaş Vekili zammıyla birlikte her zamankinden daha şık görünüyorlardı. Yılda en az üç, en fazla beş kez yapılan Vatandaş Vekili zamları, her yıl düzenli bir şekilde yapılan bir uygulamaydı. Elbette her Vatandaş Vekili zammı sonrası vergi oranları da küçük küçük paralel olarak artıyordu. Ancak bunun farkında olan pek az insan vardı. Bunlara da muhalif deniyordu. Bazı IAP Vatandaş Vekilleri üçüncü kez yapılan yüzde altmış oranındaki zammı bir öncekine göre az bulmuşlardı. Çünkü omuzlarındaki yük ve sorumlulukları çok fazlaydı. Kendi aralarında çatlak sesler, cılız homurdanmalar çıksa da şikâyetlerini Önder’e getirmeleri mümkün değildi. Zaten bunu söyleyebilecek cesaretleri de yoktu. Aslında kendi aralarındaki tartışmalar kuru gürültüden başka bir şey değildi. Bundan önceki dönemde kazanılan seçimlerin ardından Reis’in biri Büyük Önder ile yaşadığı bir anlaşmazlık büyüdükçe büyümüş, anlaşmazlık şiddetli tartışmalara ve münakaşaya dönmesinin ardından Reis bir anda kendini Reisler Birliği’nin dışında buluvermişti. Çok geçmeden yolsuzluk iddiasıyla tutuklanıp cezaevine gönderilmesinden tam beş yıl geçmesine rağmen savcı hâlâ iddianameyi hazırlamamıştı. Çünkü yeni inşa edilen Adalet Sarayı’nda dava dosyaları kabarıktı. Zaten savcının pek de acelesi yokmuş gibi görünüyordu.

Reisler, U şeklinde düzenlenmiş masa düzenindeki kol-tuklarına oturmalarının ardından neredeyse on dakika geçmişti. Toplantı salonun kapısı bir anda açıldığında, sessizliğin içinden koltuk seslerinden çıkan gürültü patırtılarla koca salon yankılanıyordu. Orta ve Küçük Reisler, hemen ayağa kalktılar ancak gelen kişi, Büyük Önder’in yirmi danışmanından biri olan Başdanışman Ferit’ti.

Heyecanlı sesiyle,

“Arkadaşlar, rahat olun. Önderimiz, birazdan toplantı odasını teşrif edecek” dedi. Başdanışman Ferit. Daha sonra Büyük Önder’in görkemli koltuğunun yanındaki koltuğa oturuverdi.

Aslında Büyük Önder’in oturduğu tüm koltuklarda bir zarafet, bir ihtişam vardı. Bu zarafet gözleri kamaştıran parlak bir ışık gibi, ışıl ışıl kalplere nüfuz ederek parlıyordu. Bir süre sonra toplantı odasının kapısı tekrar açıldığında, koltukların çıkardığı gürültü patırtı bir öncekinden daha da gürültülüydü. Başdanışman Ferit ve bütün reisler oturdukları koltuklardan hızla ayağa kalktılar. Bazıları öyle hızlı ayağa kalkmışlardı ki kristal kadehinin içindeki su masanın üzerine dökülmüştü. Ancak pek de aldırış etmediler. Belki de masanın üzerine dökülen su süzülerek ayakuçlarının dibine kadar düşen suyun farkına bile varamayacaklardı. Çünkü o sırada toplantı salonu kapısından içeriye giren kişi, Büyük Önder’den başkası değildi. Ona karşı hissedilen sevgi tarif edilemezdi. Bu bambaşka bir duyguydu aslında. Tüm mağrur ve heybetli görüntüsüyle toplantı odasındaki masaya doğru sallanarak ağır ağır yürüdü.

Gür sesiyle,

“Merhaba Reisler!” dedi Önder.

Bunun üzerine toplantı odasındaki herkes, dimdik ve hazır bir şekilde avazı çıktığı kadar bağırıyorlardı. Tek bir ağızdan, tek bir yürekten çıkan sözlerle toplantı salonu şöyle inliyordu:

“Büyük Önder Sağ ol, sağ ol!”

“Büyük Önder, çok yaşa!”

“Çok yaşa, çok yaşa büyük Önder!”

"Tamam, tamam oturun," dedi sağ eliyle bir işaret yaparak Önder, tüm mağrur görüntüsüyle!

Bir süre oturduğu koltuktan sert bakışlarıyla tek tek tüm Reislerin yüzlerini süzerken, bazıları telaşla ne yapacağını bilemez halde sessizce etrafa bakınıyorlardı. Bazıları hiç olmadığı kadar kalpleri heyecanla hızla çarpıyordu. Bazıları Önder’in dudaklarından çıkacak kelimeleri merakla beklerken, bazıları da kalplerinde yaşadıkları korku yüzlerine yansımış halde, endişeli gözlerle masanın üzerindeki kristal kadehlere, porselen fincanlara, çay ve kahve potlarına sessizce bakıyorlardı.

“Orta Ve Küçük Reisler,” diyerek sözlerine başladı Büyük Önder. “Bildiğiniz gibi sarayın kapılarını açalı haftalar oldu ama hâlâ saraya isim koyamadık, acilen isim koymamız gerekiyor. Sizi bu yüzden burada topladım ve bu önemli sorunu bir an önce çözmemiz gerekiyor.” 

“Hem de hemen, şimdi!”

“Evet, şimdi önerilerinizi bekliyorum.”

Bu sözlerin ardından reislerin kalplerinde yaşadıkları bir anlık korku ve gözlerindeki endişeli bakış yerini bir huzur duygusuna bıraktı çünkü beklenmedik toplantı kararının verdiği kaygı son bulmuştu. Porselen fincanlarda çay ve kahveyi neşe içinde yudumlarken birçok isim önerdiler ama bu isimlerin hiçbiri kabul görmedi ve zaman su gibi akıp gitmişti. Saray için uygun bir isim hâlâ bulunamadı. Aslında birçok isim önerildi ama bu isimler Önder’in yüzünü buruşturmaya yetecek cinstendi. Evet, Büyük Önder’in memnuniyetsizliğine dayanamayacak kadar onu çok seviyorlardı. Mutlaka sarayın ihtişamına yakışır bir isim bulunmalıydı.

U şeklindeki masa düzeninin solundaki koltuklarda oturan Reislerden biri heyecanla şunları söyledi:

“Buldum!” dedi. “Evet evet, buldum!” Yanında oturan Reis, “Nasıl bir isim buldun? Hadi söylesene!” dedi telaşla!

“Sarayın adı ‘Beyaz Saray’ olsun!”

Karşısında oturan Reis, “Saçmalama” dedi. “Yok, olmaz! Bu isim zaten kullanılıyor.”

Bir diğeri de “O zaman ‘Ak Saray’ da olabilir.” dedi.

“Ya arkadaş, Ak ile Beyaz arasında ne fark var. İkisi de aynı rengi işaret eden kelimeler bunlar. Hatta Google çeviriye Ak da yazsan, beyaz da yazsan, İngilizce çevirisi zaten ‘WHITE’ oluyor. Saçmalamayın arkadaşlar, bu isim olmaz. Hiç olur mu öyle şey? Önderimizin arkasından özenti yakıştırması yapacaklar. Özellikle muhaliflerin diline düşeceğiz.”

“Hele o Muhalif Kerim yok mu? Kim bilir neler söyleyecek. Bu aralar adam zaten üzerimize çok geliyor; iyice diline düşeceğiz.”

Önder, kaşlarını çatmış bir halde reislerin kendi aralarında geçen atışmaları sessizce izliyordu. Tam karşısında oturan reislerden birinin yüzü kıpkırmızı oldu ve münakaşalar devam ettikçe yüzü kıpkırmızı olan reis sağ elini kaldırır gibi oldu ve bunu fark eden Büyük Önder, çatık kaşları ve gür sessiyle şöyle dedi:

“Sen, nasıl bir isim buldun bakalım. Söyle hadi!”

“Yok efendim. Ben bir isim falan bulamadım. Ama çok fena sıkıştım. Acil banyoya gitmem lazım. Gidebilir miyim Efendim?” dedi kelimeleri ağızında geveleyerek.

Bu sözlere oldukça sinirlenen Önder, “Reis Efendi, bu ne terbiyesizlik? Burada önemli bir mesele konuşuyoruz. İşini toplantıdan önce halletseydin ya tut biraz. Terbiyesiz herif!” diyerek adamı azarladıkça azarladı.

“Bu ne terbiyesizlik ya! Terbiyesiz herife bak! Terbiyesiz herif! Terbiyesiz herif!” diyerek bağırıyor ve öfkesi bir türlü dinmek bilmiyordu.

Gür ve çatık kaşlarıyla yüzü kıpkırmızı kesilen adama sert bir ifadeyle:

“Tamam tamam, git! İşini hallet de gel!” dedi. Bunun üzerine Reis sesini çıkarmadan koşar adımlarla banyonun yolunu tuttuğunda toplantıdaki herkese hitaben.

“Biz, şimdi işimize geri dönelim.” dedi. Toplantı salonundaki hava bir anda buz kesmişti. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Bu sırada Önder, Başdanışman Ferit’in kulağına bir şeyeler fısıldayarak şunları söylüyordu:

“Bu herifi, bir sonraki toplantıda çevremde görmek is-temiyorum. Terbiyesiz herife bak ya!”

Başdanışman tek kelime etmeden anlamlı bir şekilde başını salladı. Kısa bir sessizlikten sonra U şeklindeki masa düzeninin en sağ köşesinde oturan biri "Yeşil Saray" dedi. “Sarayın adı Yeşil Saray olsun. Önderimizin yeşil rengi ne kadar çok sevdiğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Bence, ‘YEŞİL SARAY’ adı çok uygun bir isim.”

Bu parlak fikir, Büyük Önder’in oldukça hoşuna gitmiş ve çok nadir görülen gülümsemesi ortaya çıkmıştı. Gülümsemesiyle birlikte güzel ses tonu seçim meydanlarında halkla buluştuğu zamanda görülen bir eylemdi bu! Tabii karşıt görüşte olunmadığı takdirde! Aksi takdirde, tüm işçi sınıfının, yani alt sınıf olarak nitelendirilen işçilerden birinin, hakaret ve küfür-ler eşliğinde yüzüne ve karnına önceden kestirilemeyen yumruk ve tekmeler atmaya başlaması kuvvetle muhtemeldi. Geçmişte buna benzer vakalar meydanlarda oldukça fazlaydı. Ama artık bu tür vakalar geçmişe oranla pek az yaşanıyordu. Evet, bu isim o kadar çok hoşuna gitmişti ki sanki bıyıklarının iki ucu zıt yönde bir yere yetişme telaşı içinde var gücüyle koşuyor gibiydi. Çatık kaşlarından ve öfkesinden bir eser kalmamıştı.

Önder, güzel sesi ve gülümsemesiyle bu parlak fikrin sahibine şöyle dedi:

“Evet, yeşil rengi çok severim. Bu benim muhteşem sarayım için harika bir isim. Tamam, saraya ‘YEŞİL SARAY’ adını verdim. Yarından itibaren sarayın adı bu isimle anılacaktır. Toplantı bitmiştir reisler.”

Önder bu sözleri söylerken banyoya giden reis toplantı odasının kapısından içeri girdi ve ağır ağır toplantı masasına doğru yürüdü. Önder'in tüm neşeli hali gitmiş, eski sert bakışları geri dönmüştü. Adam tam koltuğuna oturduğunda mânâlı bir şekilde gözlerinin içine bakarak, “İşini hallettin mi?” diye sordu. Adam bir söz edemeden Önder, hızlı bir şekilde ayağa kalkarak toplantı salonunu terk edip gitmişti. Reis de oturduğu koltukta kalakalmıştı. Başı öne düşmüş halde yapayalnızdı. Düşünceli ve sessizdi

­­­

Yeşil Saray’ın adının konulmasının üzerinden neredeyse bir yıl geçmişti. Güzel bir bahar gününde, İki Kıtalı Şehir’i ve Başşehir Angora gibi ülkenin büyük olarak nitelendirilen şehirlerinde, otoyolların, caddelerin kıyısına köşesine dikilen rengârenk kır çiçekleri sonunda açmıştı. Kır çiçekleri araç sürücülerine görsel bir şölen sunarken, adeta şehirlerin otoyollarını tüm sevgisiyle kucaklıyorlardı. Devasa alışveriş merkezlerinin ışıltısı altında, saksıların içinde filizlenen bahar çiçekleri tüm samimiyetleriyle tüketicileri selamlarken, popüler sokaklarının kenarlarındaki devasa saksıların içindeki bahar çiçekleri de sokaklarda yürüyüş yapan Yarımada halkının ruhunu okşuyordu. Tüm milli parklardaki papağanlar ile sincaplar el ele tutuşmuş, şenlik havası içinde baharı kutluyorlardı. Ancak mayıs ortalarına gelinmesine rağmen Başşehir Angora, İki Kıtalı Şehir’e göre çok daha soğuktu. Coğrafi konumundan dolayı mı? Yoksa başka bir nedenden midir? Bunu bilen hiç kimse yoktu. Angora başşehrine nedense bir türlü bahar gelmiyordu. Sanki her yıl Başşehirde, mevsim döngüsü baharı teğet geçip gidiyordu. Bahara uğramadan kıştan yaza direkt geçen bu döngüde, tüm mevsimler bahara karşı katı tavırlarını sergiliyor gibi görünüyordu. 

Öğleden sonra Demokrasi Meydanı’ndaki Cumhuriyet Anıtı’nın tam karşısında yer alan yiyecek içecek satan büfelerin sol ve sağ tarafında boylu boyunca kilometrelerce uzayan Kültür ve Özgürlük Caddeleri her zamanki gibi çok kalabalıktı. İki Kıtalı Şehir sakinlerinin arasına karışmış Suudiler, İranlılar, Suriyeliler ve Afganlar gibi milletlerden oluşan turistlerin bazıları alışveriş yaparken, bazıları da Özgürlük Caddesi’nin tadını çıkarıyorlardı. Boylu boyunca uzanan Özgürlük Caddesi’nin belli aralıklarda sağ ve sol kollarındaki sokaklar da eğlence mekânları ile doluydu.

“Barlar, kafeler ve restoranlar.”

Bu sokakların birinde Umut ve arkadaşlarının devamlı takıldıkları Ayyaş Cafe & Bar’da Özgür, Yasemin, Gül ve diğer-leri güzel bir hafta sonunda toplanmışlardı. Ancak Umut dün geceden kaldığı için kendini iyi hissetmediğini, bu nedenle evde kalmayı tercih ettiğini daha önceden arkadaşı Özgür’e söylemişti. Kimilerine göre bu bir bahaneydi. ‘Kim bilir ne özel bir işi vardı?’ diye arkadaşlarının zihinlerinden geçiyordu. Belki de gerçekten kendini iyi hissetmiyordu. Her ne olursa olsun keyif dolu anlardan mahrum kaldığı kesindi. Umut’un yokluğunda bira dolu bardaklar ortak bir dilekte havada tokuşturuluyordu. Havada tokuşturulan bardakların çıkardıkları seslerin ışıltısıyla keyifle biralarını yudumladılar. Kalabalık masanın etrafında gırgır şamata eşliğindeki sohbetler, neşe içinde sürüyor ve hafta sonunun tadını çıkarıyorlardı. Aslında Ayyaş Cafe & Bar ve diğer barlardaki iç içe geçmiş masaların etrafındaki insanların ellerinde tuttukları kadehler tek bir ortak dilekte havada coşkuyla tokuşturuluyordu.  

“Şerefinize Büyük Önder!”

“Şerefinize Büyük Önder!”

Başşehrin popüler meydanlarındaki barlarda, kafelerde takılan gençlerin coşkusu diğer şehirlerde yaşayan gençlerden bir farkı yoktu aslında. Mekânlar farklı, tokuşturulan kadehler farklı ve ruhların giydikleri bedenler farklıydı. Ancak hep aynı manzara, hep aynı coşku ve aynı ortak dilekte masaların etrafında toplanmışlardı.

Yeşil Saray ahalisi ise bambaşka bir dünyanın bir parça-sıydılar. Sarayı kollayıp gözetleyen kolluk kuvvetleri, danış-manlar, uşaklar ve sarayda çeşitli işlerde görevlendirilen in-sanların hayata dair tek bir beklentileri vardı. O da Büyük Önder’in memnuniyetinden hissettikleri mutluluk duygusuydu. Koca sarayın binlerce odasından sadece tek bir odada günlerini geçiriyordu. Elbette iki çekirdek ailenin yaşadıkları evlerden çok daha büyüktü bu oda; belki de daha fazla! Dış ülkelerden ziyarete gelen devlet başkanlarının her birine, belli bir hiyerarşik düzen içinde sarayın farklı bir odasında en lüks şekilde ağırlanıyordu. Önder’in cömertliğini dünya lider-lerinin bildiği ve memnuniyetle karşıladığı bir davranıştı. Kimilerine göre, bu cömertlik ülke sınırlarının dışına çıkıldığı vakit geçerli olduğunu belirterek eleştiriliyorlardı. Elbette bu kesim, Muhalif Kerim’in peşine takılan aşağılık muhaliflerden başkası değildi. Yeşil Saray’ın dışına pek çıkmazdı. Tüm işlerini hep aynı odadan hallediyordu. Hatta sarayın bahçesine bile pek nadir çıktığı görülürdü. Çünkü Yeşil Saray’ın dışında pek rahat edemediğini birçok kez danışmanlarına dile getirdiği belirtiliyordu. Saraydan dışarı çıktığı zamanlarda ise, gittiği şehirlerde olağanüstü güvenlik önlemleri alınıyor ve neredeyse Yarımada Silahlı Kuvvetleri’nin dörtte birini de yanında götürüyordu. Özellikle bu şehir İki Kıtalı Şehir olduğu vakit, neredeyse şehirde tüm hayat tamamen duruyordu. Aşağı yukarı Büyük Önder’in günleri böyle olağan şekilde geçerken Yarımada halkının bir kısmının da günleri bitmek bilmiyordu.  

Büyük Önder’in olağan geçen günlerinden birinde, iki elini arkaya doğru kavuşturarak, bağdaş kurmuş bir halde Yeşil Saray’ın bahçesini seyrediyordu. Sanki düşünceli bir hali var gibiydi. Tam biraz ötede ihtişamlı koltuğu tüm kudretiyle öylece duruyordu. Kimilerine göre koltuktan çok bir tahta benzetiliyordu. İki aristokrat poposunun rahatlıkla sığacak büyüklükte olan, dikdörtgen şeklindeki koltuğun çevresi altın kaplama yaldızlı görünümüyle sapsarı bir tona sahipti. Pamuk gibi rahat görülen koyu kırmızı tonlardaki minderlerle kaplı koltuk, tüm zarafetiyle görenlerin gözlerini kamaştırıyordu. Ancak başka bir aristokrat poposunun aksine Önder koltuğa oturduğu vakit koltuğu tamamen dolduruyordu. Aslında muhteşem koltuk Önder’e küçük geldiği bile söylenebilirdi. Koltuk, öyle kudretli ve öyle muhteşemdi ki dünya basının diline bile düşmüştü. Eski çağlarda yaşamış Kralların tahtlarından bile daha kudretli, konforlu ve rahat olduğu konusunda birleşmişlerdi. Odanın tavanından aşağı doğru dağ gibi sarkan iki muhteşem avize göz kamaştırıcı ışıltısıyla harika motiflerle tasarlanmış halıları kucaklıyordu. Odanın duvarlarının dört tarafında Yarımada halkının atalarını simgeleyen muhteşem tablolarla süslenmişti. Büyük Önder, geçmişte hüküm sürmüş Yarımada Cumhuriyeti’nin atalarına duyduğu sevgi ve saygısı bambaşkaydı. Onların yeryüzünde yaşamış halifeleri olarak görüyor ve bunu her fırsatta söylemekten de çekinmiyordu. Yoldaş Medya Grubu’nda yer alan TV kanallarında, Devlet TV kanalında Yarımada Cumhuriyeti’nin atalarına dair birçok tarihçi TV programları yapıyor, diziler ve filmler gösterilerek halkın beğenisine sunuluyordu. Hatta İki Kıtalı Şehir Belediyesi tarafından kurulan futbol takımının taraftarları tribünlerde bile Yarımada Cumhuriyeti’nin atalarına dair marşlar söyleniyordu. Önder’in uzanmadığı el, görmediği göz yoktu. Bilindiği üzere, yeşil rengini çok seviyordu. Futbol da yeşil çimler üzerinde oynanan bir oyundu.

Kapitalizmin harika futbol oyunu öyle bir oyun ki şüphesiz oynaması ve izlemesi keyifli müthiş bir oyundu. Kapitalizmin yeşil sahalarda oynadığı oyun yüreklerde coşku uyandırıyor. Bu coşku bazen hüzün, bazen de yürekleri neşe doldurur. Ancak vahşi kapitalizm Tanrı'nın tokadını kendi yüzünde hissettiğinde, bu oyun insanlığa gösterdi ki futbol adil bir oyun değildir. Hiç şüphesiz futbolu yoksullar izliyor ve zenginler de yeşil sahalarda oradan oraya koşturuyordu.

 Halkın büyük bir kısmı, özellikle yaklaşık bin yıl önce hüküm sürmüş hükümdarlarının yaşamlarını anlatan hikâyeler üzerinden yapılan dizilere bayılmıştı. Sanki halk, o ilkel çağlara dönme arzusu içinde benliklerinde yaşıyorlar ve özlemle o günlere dönme arzusu benliklerine yer etmiş olan fikir çoktan yeşermişti. Muhalifler ise şaşkındı bu durum karşısında çünkü insan neden geriye doğru gitmek ister ki? Bu düşünce zihinlere bir türlü oturmuyordu. Anlamlandıramıyorlardı. Büyük Önder’e göre bu sorunun cevabı oldukça basitti. Yeryüzünde Tanrı’nın elçilerinin izinden giden halifelerin halklara hükmederek yönetmekten geçiyordu. Ona göre Cumhuriyet, demokrasi ve laiklik gibi kavramları öne süren insanları, şeytanın hizmetkârları olarak nitelendiriyordu. Ancak yönettiği ülke demokrat ve laik bir ülkeydi. En azından Anayasada geçen tanım bu yöndeydi. Önder, yıllar önce yoldaş TV kanallarından birinde verdiği bir demeçte, şunları söylemişti:

“Yarımada halkının bir halifeye ihtiyacı vardı. Ben de bu görevi memnuniyetle kabul ettim ve layıkıyla görevimi sürdürüyorum.”

İhtişamlı koltuğun biraz yanında Önder’in çalışma masası bulunuyordu. Masanın önünde iki koltuk arasına sıkışmış camdan bir sehpa vardı. Odanın giriş kapısının tam karşısındaki çalışma masanın arka duvarını tamamen kaplayan kocaman, boylu boyunca asılmış estetik görünümlü çerçeve içindeki fotoğraf, odaya giren ziyaretçilerin gözlerinden kaçamadığı bir ayrıntıydı bu… Ağırlıklı olarak sapsarı bir renklerin içine karışmış zümrüt yeşili desenlerle süslenmiş çerçevenin içindeki fotoğraf, Büyük Önder’in fotoğrafıydı. Kaşları çatık sert bakışlı bir yüzden fazlasıydı bu fotoğraf, tüm okullarda, devlet kurumlarında hep aynı fotoğraf odaların en güzel köşesine özenle yerleştirilmişti. İlköğretimde okuyan öğrenciler, ders başlamadan önce okul bahçesindeki hoparlörlerden Büyük Önder adına okunan ‘Yarımada Marşı’ yakın geçmişte yürürlüğe giren bir uygulamaydı.

 

♫Ben Yarımada vatandaşıyım. Dosdoğru bir yoldayım. Çalışkanım. Ama çok çalışkanım.♫

♫İlkem: Yasalara uymak, otoriteye karşı tüm benliğimle bağlı kalmak ve ülkemi varlığımdan çok sevmektir.♫

♫EY, BÜYÜK ÖNDER!♫

♫Bize gösterdiğin bu yolda, büyük hedefler doğrultusunda çalışacağız.♫

♫Hep çalışacağız.♫

 

Bu marş, sadece muhaliflerin değil, ülke genelinde oldukça büyük tepkilere neden olmuştu. Protestolar, eylemler haftalarca sürerken, bazı bağımsız TV kanallarında oldukça sert geçen tartışmalar sürdükçe sürmüştü. Birçok yazar, köşe yazılarında Büyük Önder’i çok sert bir dille eleştirmişlerdi. Muhalefet Parti Başkanlarının marşın kaldırılmasına yönelik tüm ortak çalışmalarına rağmen hukuk son sözünü söylemişti. Elbette, hiçbir çocuğun bu marşa eşlik ettiği de görülmemişti. Işık Ve Aydınlık Partisi Vekilleri buna pek de aldırış etmediler. Zamanla kulaklar ve genç beyinler bu sözlere zaten alışacaklardı.  

Önder, odanın penceresinden uzun bir süre sarayın bahçesini seyretmesinin ardından çalışma masasına doğru yöneldi. Telefona uzandı ve odanın giriş kapısının sağ tarafında bulunan orta yaşlı başı kapalı başörtülü sekreterini arayarak sert bir üslupla, “Başdanışman Ferit acil yanıma gelsin!” dedi. Kısa bir süre içinde kapı çalındı ve Ferit ile birlikte tüm danışmanlar pervasızca odaya bir anda dalıverdiler.

Önder bir süre tüm danışmanların şaşkın halini hayretle bakan gözleriyle izledi. Sonra kaşlarını çattı. “Burayı Dingo’nun ahırı mı sandınız lan!” diyerek uzun bir süre bağırıp çağırdı “Ben, sizi mi çağırdım ki kafanıza göre odaya dalıyorsunuz?” dedi.

"Ama efendim!" dedi içlerinden biri "Belki bize danışa-cak bir şeyiniz vardır diye düşündük."

Sert bir ifadeyle,

“Yok yok!” dedi Önder.

“Çıkın dışarı! Benim canımı daha fazla sıkmayın!”

Danışmanlar dışarı çıktığında Ferit masasının önünde başı öne eğik, ellerini öne kavuşturmuş sessizce duruyordu. Başdanışmana dönerek Önder,

"Ya bu dalkavukları hizaya getirirsin ya da ben seni hizaya getirmeyi bilirim!" diyerek azarladı.

Başdanışman alçak sesle, “Tamam efendim.’ diye cevap verdi mahcup olmuş bir halde…

 Sakin bir tavırla Önder,

“Ayakta öylece durma! Haydi otur!” dedi.

“Ne? Anlamadım efendim.” diye cevap verdi Başdanışman. Önder:

“Şu koltuğa otur da bize bir fincan köpüklü kahve söyle bakalım! Seninle konuşmak istediğim şeyler var.” dedi.

Ferit bir söz etmeden, söyleneni yaptı. Ve çok geçmeden kapı çalındı. Gelen, Yeşil Saray’ın uşaklarından biriydi. Beyaz eldivenleri ile elinde tuttuğu parlak gümüş tepsinin içinde küçük beyaz altın rengindeki sarı çizgili desenlerle kaplı kahve fincanların yanında ayrı ayrı küçük tabakların içinde lezzetli görülen birer tane cevizli lokum ve zarif görünümlü ayaklı kristal su bardakların yarısına kadar doldurulmuş su vardı.

Yaklaşık 1,65 boyunda olan uşak, siyah köseli bir ayakkabı, siyah bir kumaş pantolon, beyaz gömleğinin üzerine giydiği siyah bir yelek ve beyaz gömleğinin yakasında siyah bir papyon takmıştı. Penguenleri anımsatan paytak paytak komik bir yürüyüşü vardı. Uzun yıllar sarayda çalışan uşağın komik yürüyüşü çoğu zaman arkadaşları arasında eğlenceli bir hal alıyordu. Yüzlerde bıraktığı etki ise kocaman bir gülümsemeydi. Siyah ayakkabıları ile birlikte paytak paytak yürüyerek çalışma masasına doğru yöneldi. Önce Büyük Önder’e kahveyi servis yaptı. Ardından Başdanışman Ferit’in önündeki cam sehpamın üzerine bir fincan kahveyi, kristal bardağın içindeki suyu ve küçük tabağın içindeki lokumu bıraktı. Ve Önder’e hitaben kısık bir ses tonu ve nazik bir tavırla, “Efendim, başka bir şey arzu eder misiniz?” diye sordu.

Uşağın nazik sorusuna karşıt Önder, cevap bile vermedi. Onun yüzüne bile bakmamıştı. O sırada sert bir tavırla Başdanışmanın yüzüne bakıyordu.

Ukala bir ses tonuyla, “Tamam tamam, başka bir şey is-temiyoruz. Sağ ol!” dedi Ferit.

Uşak, elinde tuttuğu boş tepsiyle hızlı ve paytak paytak yürüyerek çıkış kapısına yolunu tuttu. Uşağın arkası dönük bir halde odanın çıkış kapısına doğru yürüdüğü sırada Başdanışmanın yüzünde alaycı bir gülümseme vardı.             

Önder, önce bir yudum kahvesinden içerek tadına baktı ve ardından bir yudum su içti. Mânâlı ve sert bir tavırla Baş-danışmanın gözlerinin içine bakarak şunları söyledi:

Bu konuşma şekli Büyük Önder’in en belirgin özelliğiydi. Konuşurken daima karşısındaki kişinin gözlerinin içine bakarak konuşurdu. Bu durumda insanların üzerinde bir tedirginlik ve baskı yaratıyordu. Çok nadir gülümser. Teşekkür ettiği de hiç görülmüş bir şey değildi. Kameralar karşısında ve dün-ya liderleri ile buluştuğu zamanlarda başka!

“Şu işçi kesimi de her yerde aynı; kendilerine soru sorulmadan kafalarına göre cevap verirler. Hiç sevmediğim insan tipleri bunlar. İşini yap ve git işte. Başka bir arzunuz var mı diye soruyor. Ulan, başka bir şey isteseydim zaten söylerdim. Bir gün vuracağım tekmeyi görecek. Gariban diye sesimi çıkarmıyorum ama bazen çok canımı sıkıyor. Şurada ağız tadıyla kahve içecektim. İçine etti tüm keyfimin. İşçi ve köylü kesimine bir türlü alışamadım gitti.”

“Haklısınız haklısınız efendim. Bu tip insanlara çok fazla yüz vermemek gerekir.” dedi Ferit…

“Neyse!” dedi Önder. Ve sözlerine şöyle devam etti kah-vesinden bir yudum içmesinden sonra:

“Biraz havalar ısındı ve genç kızlar açılıp saçıldılar he-men! Görüyorum ki saçları açıldı ve etek boyları kısaldı. Yüzlerini rengârenk boyayarak edepsizce sahil kıyıların da ve sokaklarda dolaştıklarını görüyorum.” 

 Alçak sesle, “Evet, efendim.” dedi Ferit.

Önder, “Hâlbuki sevgili Peygamberimizin ümmetine gösterdiği yol bu mu? Hayır hayır! Değil elbette, dedi Başdanışman endişeli gözlerle Önder’e bakarak, “Ama efendim.” dedi.

Önder mânâlı bir şekilde bakarak,

“Ne? Söyle söyle! Çıkar ağızındaki baklayı!” dedi.  

“Efendim, insanların giyim tercihlerine müdahale ede-meyiz. Sonuçta insanlar nasıl giyineceklerine kendi iradeleri ile karar verirler ve Yarımada Cumhuriyeti özgür bir ülkedir.” dedi. Başdanışman Ferit!

Ancak Başdanışman bu sözleri söylediği sırada cam sehpanın bitişiğindeki sağ ayağı istem dışı olarak titriyordu ve beyaz gömleğin yakalarının üzerindeki ter lekeleri gözlerden kaçmayacak şekilde belirgindi.    

Daha sonra Önder sözlerine şöyle devam etti; sert bir tavırla:

“Asıl canımı sıkan şey de bu zaten.” dedi. Ve biraz duraksayarak bir yudum su içmesinin ardından sözlerine tekrar şöyle devam etti:

“Asıl özgürlük Tanrı’ya ulaşabilmektir. Ve Tanrı’nın iradesine boyun eğmektir.”

“Bir gün öyle reformlar getireceğim ki insanlar gerçek özgürlüğün tadına varacaklar.”

Endişeli bakan gözlerle, “Nasıl?” dedi Başdanışman.

Ciddi bir tavırla,

“Bu hususta sadece şunu söyleyebilirim: Tanrı’nın belirlediği ölçülerde kadınlar ve erkekler tek bir kıyafet giyecekler. Ve bunu mutlaka gerçekleştireceğim. Ne pahasına olursa olsun.” dedi. 

Başı öne düşerek ve alçak sesle, “İnşallah!” dedi Ferit.

Ancak aklından da “Yuh Artık! O kadar da değil…” diye geçiriyordu.

Büyük Önder, Başdanışman Ferit’in kendisi ile aynı fikirde olmadığını biliyordu. Daha sohbetin başında aynı görüşte olmadıklarını anlamıştı. Ancak buna pek aldırış etmedi. Çünkü onun için önemli olan şey, kendisi ile ayrı görüşte olunmasa da, almış olduğu kararlarına karşı kayıtsız şartsız boyun eğilmesiydi. Eleştiriye karşı hiç tahammülü yoktu; eleştiriden nefret ediyordu. Onun almış olduğu kararlar eleştirilemezdi. Kısa bir sessizliğin ardından,

“Efendim.” dedi Başdanışman Ferit! Gür sesiyle,

“Evet!” dedi Önder.

“Aşağılık muhalifler, bugünlerde üzerimize çok geliyorlar. Kontrolümüz dışında kalan bazı bağımsız medya organlarındaki TV kanallarındaki münakaşa programlarına katılan muhalif yazarlar bize yüklendikçe yükleniyorlar. Halkımızın üzerinde bir etki bırakma çabası içine girmişler. Bildiğiniz üzere, Dokunulamaz Büyük Reisler Meclisi’nde Ana Muhalefet Partisi’nden yani Vatandaş Hizmet Partisi’nden (VHP) bazı Vatandaş Vekilleri bize karşı olmadık asılsız iddialarda, suçlamalarda bulunuyorlar. Özellikle Muhalif Kerim’in öne sürdüğü iddiaların halkımızı oldukça etkilediğini gözlemliyoruz. Adam küçücük boyuyla nereden geleceği belli değil. Bazı önlemler almamız gerektiğini düşünüyorum efendim.” dedi Başdanışman…

“Endişelenmene gerek yok… Her şey benim kontrolüm altında… Muhalefetin çabaları hem anlamsız hem de boş gürültüden başka bir şeyi ifade etmiyor. Yalnız, aslında bu! Seçim zamanlarına yaklaştığımız zamanlarda yaptığımız bir uygulama ama bu uygulamanın dozunu biraz artırmakta fayda var.”

“Ne? Efendim. Anlamadım.” dedi Başdanışman.

“Bugün senin neyin var lan? Çok dalgınsın. Bana odaklan biraz. Leb demeden leblebiyi anlayan bir adamdın sen.” diyerek Başdanışmanı sert bir dille azarladı.

Ve sözlerine şöyle devam etti.

“Fakirlere ve işçi kesimine dağıttığımız gıda yardımlarını biraz artırın işte.” dedi Önder.

Başı öne düşmüş halde ve telaşla:

“Tamam efendim. Tamam efendim. Haklısınız efendim. Derhal yerine getireceğim.” dedi Başdanışman Ferit!

“Evet!” dedi Önder. Sonra sert bir ifadeyle:

“Muhalif Kerim benim de çok canımı sıkıyor. Hâlbuki ondan öncekiyle ne güzel anlaşıyorduk öyle. O benim, büyük unvanı almamın önünü açtı. İyi ve kötü günlerimiz oldu ama camiamızdan çok erken ayrıldı. Yazık oldu.”

“Ancak Muhalif Kerim öyle mi? Onunla uzlaşmak mümkün değil. Seçim zamanlarında yalandan verdiği seçim vaatleri çok gülünç. Neymiş efendim. Anayasamızın en kutsal metni olan Dokunulamayan Vatandaş Vekili ve seçim yüzde on barajını kaldıracakmış da.. Her seçimde hep aynı hikâye! Ama Ana Muhalefet Partisi’nin tekelleştiğinin farkında değil. Aslında farkında değilmiş gibi davranıyor. Yalan yere konuşuyor işte… Yüzde on barajı kalksın, oturduğu koltuktan çoktan gidecek haberi yok. Bunu benden daha iyi biliyor Muhalif Kerim. Bu yüzden Muhalif Kerim ile tek ortak noktamız olan bazı ukala ve kendini entelektüel olarak gören yazarların Dokunulamayan Vatandaş Vekili ve seçim barajı gibi hususları bir mesele haline getirerek dillendirip duruyorlar.” dedi.

Ve sözlerine şöyle devam etti Önder:

“Lakin aziz halkımız Anayasamızın o kutsal metinin önemini çok iyi kavradıklarını biliyorum. Muhalif Kerim’le ne kadar da ortak bir noktada buluşsak da…”

“Evet, Ferit. Bu konuda haklısın. O kontrol altında tutulması gereken tehlikeli bir adam. Ancak şunu asla aklından çıkarma. Halkın çoğunluğu Önder’ini çok seviyor. Beni sevmeyenler de zamanla beni zaten sevecekler.”

“Hem de çok sevecekler!” dediğinde başını anlamlı bir şekilde sallarken sağ elinin işaret parmağı ile masanın üzerine hafifçe vuruyordu.

“Evet, inşallah inşallah!” dedi Ferit heyecanla, “Tanrı, sizi başımızdan eksik etmesin!” diye ekledi.

Önder, bir anda oturduğu çalışma masasının koltuğundan ayağa kalktı, odanın çıkış kapısına doğru yöneldi ve iki elini arkaya doğru kavuşturmuş bir halde çalışma masası ile odanın çıkış kapısının arasında yavaş adımlarla iki tur attı. Düşünceli bir hali var gibi görünüyordu. Bu sırada cam sehpanın önünde oturan Başdanışman Ferit şaşkın gözlerle onu izliyordu. Ardından tekrar çalışma masasına oturdu. Sert bir ifadeyle Başdanışmanın gözlerinin içine bakarak,

“Bizim ‘Şehir Direniş Tank’ projemiz vardı.” Ne oldu o proje? Aracı sahaya sürdünüz mü hiç? diye sordu Önder.

“Evet!” dedi coşkuyla Başdanışman.

“Efendim, yaklaşık yirmi gün önce Başşehir merkezinde işçi bayramı adında saçma sapan bir bayramı kutlamak için aşağılık direnişçiler kitleler halinde şehir merkezine doğru yöneldiler ve biz de Orantılı Çelik Kuvvetlerimiz ile birlikte ilk kez Halk Direniş Şehir Tankını sahaya sürdük. Aşağılık direnişçileri sadece geri püskürtmekle kalmadı. Gerçekleşmek istedikleri eylemlerini başlarına yıktık. Yüzlerce direnişçi gözaltına alındı ve hâlâ sorguları sürüyor. Bu proje beklentilerin üzerinde bir başarı sağladı. Ve seri üretime geçip, başta İki Kıtalı Şehir olmak üzere birçok önemli lokasyona sahip şehirlere gönderdik. Bununla ilgili raporumu yaklaşık on gün önce size vermiştim efendim zaten!” dedi Başdanışman Ferit…

Yüzüne yansıyan memnuniyet ifadesiyle “Tamam tamam!” dedi Önder.

 “Kafam birçok şeyle meşgul! Unutmuşum. Demek projemizin ilk test aşamasını beklentilerin üzerinde bir başarı sağladı öyle mi? İyi iyi!” dediği sırada Önder’in yüzünde pek nadir görülen gülümseme ifadesi tekrar belirdi.

“Evet evet!” dedi Başdanışman. “Projemiz, Halk Direniş Şehir Tankı her türlü saldırıya karşı oldukça dayanıklı bir araç oldu. Yani taş, sopa ve Molotofkokteyli gibi yanıcı cisimlere karşı da tam koruma sağlıyor. Karşı saldırıda ise tazyikli su fışkırtarak direnişçileri geri püskürtmede oldukça başarılı… Biber gazı gibi gaz kapsülleri ve fişekleri araçtan rahatlıkla direnişçilerin üzerine fırlatma özelliği de mevcut… Bu araç direnişçilerin tam bir baş belası olacak.” dedi gülümseyerek…

Önder, bir anda Başdanışmana patlayarak,

“Karşıma geçmişsin, pişmiş kelle gibi sırıtıyorsun öyle!” dedi sert bir ifadeyle…

“Gülme lan! Ne var bunda gülünecek?”

Bitmek bilmeyen öfkesiyle, sözlerine şöyle devam etti:

 “Bunlar aşağılık! Bunlar terörist! Bunlar eşkıya! Bayram kutlayacağım bahanesiyle aziz halkımızın ortak iradesine yani bize karşı başkaldırıyorlar. Onlar kim oluyorlar ki benim otoritemi sorguluyorlar. Aziz halkımın iradesini sorguluyorlar. Bütün bunlar Muhalif Kerim’in hastalıklı söylemlerinden başka bir şey değil… Ve İnsanların aklını bulandıran söylemlerinin sonucudur.”

“Evet, biliyorum!”

“İşçi sınıfının bayramı mı olur?

“Hiç?”

“Hiç öyle şey olur mu?”

“Patronların bayramı olur.”

“Alçak komünistlerin bayramını kutlama çabası içine girmişler işte… Ama ben, buna asla izin vermem. Zaten iki tane Tanrı’nın bize lütuf ettiği bayramlarımız var.            

“Kutlayın işte! Ama yok! İlla ki o aşağılık direnişçiler, inançsızların bayramını kutlayacaklar. İleride gerçekleştireceğim projeler içinde aziz halkımıza layık güzel bir bayram armağan edeceğim.” dedi, tüm öfkesini oturduğu masanın üzerine kusarak!

Az önce yediği fırçaya rağmen kendini tutamayarak merakla ve alçak sesle,  “Ne bayramı?” diye sordu. Başdanışman.

Önder, kan çanağına dönmüş gözleriyle Başdanışman Ferit’e bakarak şöyle dedi:

“Eğer yanımda danışmanlık görevini sürdürmek istiyorsan seni ilgilendirmeyen konular hakkında çok fazla soru sorma!” 




ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 
BÜYÜK PROJE


M

 

ayıs sonlarıydı. Öğleden sonra güzel ve sıcak bir gündü. Güneş tüm sıcaklığıyla göz kamaştırıcı parlaklığıyla iki kıtanın birleştiği noktadaki denizi samimiyetle kucaklarken, bir kıtadan diğer kıtaya şehrin sembolü olan vapurlarda yolculuk eden İki Kıtalı Şehir sakinlerini sevgiyle selamlıyordu.

Vapur, motorunun çıkardığı gürültülü sesle denizi ortadan ikiye yarıyor ve denizin beyaz köpükleri sağa sola ayırarak vapur kendine bir yol açmıştı. Güneşin tüm sıcağına rağmen rüzgârın esintisiyle kısa kollu tişört giyenlerin açıkta kalan kollarındaki tüyler diken diken olurken, saçları darmadağınık bir haldeydi. Hiç kimsenin anlayamadığı bir tarzda, her bir saç teli birbirleriyle çılgınca dans ediyor gibi görünüyordu. Vapurlara yoldaşlık eden martılar ise iki kıtanın birleştiği noktadaki denizin üzerine serpiştirilen inci taneleri gibiydi. Ülkenin tüm sıkıntısına, çilesine ve toplumu ayrıştıran yönetimin baskılarına rağmen, çoğu insanın benliği berrak ve huzurla doluydu. Bu kısa mesafede yolculuk eden zihinlerdeki düşünce yaşadıkları coğrafyada hafızalarda unutulmuş gitmiş olan bir güzelliğin de var olduğunu anımsıyorlardı.

Hem de her vapur seferinde…

İşte böyle bir günde, aynı üniversitenin farklı fakültelerinde okuyan dört genç arkadaş, öğleden sonra kampüse yakın bir kafede buluştular. Arnavut kaldırımlı dar bir sokağın girişinden sokağın sonuna kadar birbirine bakan binalar arka arkaya sıralanmıştı. Üç veya dört katlı farklı yapılardaki binaların görünümü İki Kıtalı Şehir’in geçmişine dair izler taşıyordu.

Sokakta binaların arasına sıkışmış olan kafe, o günün şartlarında genel bir görünüme sahip sıradan bir kafeydi. Özellikle gençlerin takılmayı sevdiği bir yerdi ve üç katlı olan kafede çok sayıda öğrenci çalışıyordu. Kimi yarı zamanlı, kimi tam zamanlı çalışan öğrenciler hem harçlıklarını kazanıyor hem de keyifli bir ortamda çalışıyorlardı. Kafede çalışanları da müşterileri de birbirine karışmış gençlerden oluşuyordu. Kafenin sahibi de öğrenciler arasında çok sevilen ve gençlerle iletişimi iyi olan bir adamdı. Kafede buluşan Umut, Özgür, Yasemin ve Gül, her zaman oturdukları kafenin ikinci katındaki sokak manzaralı masalara göz attılar. Süngü açılır kapanır pencelerinin önünde aralıklı dikdörtgen ahşap masalar, salonun sonuna kadar yan yana uzanıyordu. Mekân her zamanki gibi neredeyse tamamen doluydu. Pencere kenarındaki masalardan birinin boş olduğunu görünce kendilerini şanslı hissettiler. Doğruca o masaya gittiler ve Umut ve Özgür masanın yanındaki sandalyelere yan yana oturdular. Yasemin ve Gül tam karşılarında oturuyorlardı. Onlar kendi aralarında sohbet ederken çok geçmeden bir garson belirdi. Gelen garson, Gül'ün İki Kıta Şehir’inde Devlet Konservatuarı'nda okuyan yakın arkadaşı Buket’ti. Gül ile ayni tiyatro bölümde okuyorlardı. Kısa ve samimi bir şekilde sohbete tutuştular. Yasemin, İletişim Fakültesi'nin Gazetecilik Bölümü'nde yani farklı bir Fakültede okumuş olsa da bazı öğrenci gruplarının ortaklaşa düzenlediği bir organizasyonla Buket'le oradan tanışıklığı vardı. Özgür İle Umut ise ilk kez burada tanışmışlardı. Garson kız arkadaşlarının siparişlerini aldı ve alelacele işinin başına döndü. Çünkü mekân oldukça kalabalıktı. Gül ile Yasemin Latte siparişi verirken Özgür demli bir bardak çay, Umut ise her zamanki gibi koyu sert bir kahve siparişi vermişti.

Tekrar koyu bir sohbete tutulmaları çok da zaman almadı. Masada dönen muhabbet ise olağan, sıradan ve günlük meselelerdi. Tam o sırada elinde tuttuğu tepsiyle, garson kız tekrar geldi.

Siparişleri tek tek arkadaşlarına dağıtmasının ardından, “Müsait olduğumda tekrar uğrarım.” dedi. Gül,

“Tamam, canım sen işine bak!” dedi. 

 Ve Buket, hoş bir gülümsemesini de masada bırakarak uzaklaşmıştı.

Herkes önüne gelen siparişlerle ilgilenirken Yasemin, Umut’a dönerek şöyle dedi:

 "Hadi söyle! Hukuk Fakültesi'nde okuyorsun ve üniversitede verilen hukuk dersleri ile Adliyelerdeki hukuk arasında bir paralellik var mı?"

Beklenmedik bu ilginç soru Umut'u oldukça şaşırttı. Başta ne cevap vereceğini bilemedi. Biraz düşündü. Koyu sert kahvesinden bir yudum içti ve yüzünde bir gülümsemeyle şöyle dedi:

"Ben sadece birinci sınıf öğrencisiyim.” dedi ve şöyle devam etti:

“Fakat üst sınıf öğrencilerinin ve birçok öğretim üyesinin değerlendirmelerine ve bakış açılarına göre, üniversitelerde öğrencilere okutulan hukuk dersleri ile ülkede uygulanan hukuk arasında tek bir benzerlik olduğu konusunda hemfikir oldukları görülmektedir.”

Gülümseyerek, anlamayan bir ifadeyle,

"Peki, nedir bu benzerlik?" dedi Yasemin bu sözlerin ardından.

"Dur bir dakika!" dedi Özgür birden müdahale ederek: 

“Ne olacak ki elbette hukuk.” dedi ve alaycı bir tavırla ekledi:

“Ülkede yaşanan hukuksuzluğu, adaletsizliği ve haksızlıkları anlamak için Hukuk Fakültesi’nde okumaya gerek yok.”

“Bingo! Benden sana tam 20 puan değerinde jokeri verdim gitti.” dedi Umut gülerek. Özgür yüzünde pis bir sırıtışla,

“Dostum! Bu çok iyi bir puan! Teşekkürler. Jokerimi çok iyi kullanacağımdan emin olabilirsin.” dedi. 

Bir köşede sesi pek çıkmayan Gül, endişeyle “Evet, bu doğru!” dedi. “Bu konu dalgaya alınacak bir konu değil.” diye de ekledi.

"Arkadaşlar farkında mısınız bilmiyorum ama geleceğimiz pek parlak gözükmüyor. Gazetecilik okuyorum. Siz de hukuk, siyaset ve tiyatro bölümlerindesiniz. Bence yanlış meslek seçmişiz."

"Eh, öyle görünüyor." dedi Yasemin. “Daha çok sanatçılarla, özellikle de tiyatro oyuncularıyla ilgileniyorlar. Görünüşe göre özel bir takıntıları ve sıkıntıları var gibi görünüyor.”

Umut gülümseyerek,

“Bunun kolayı var güzelim!” dedi. Yasemin merakla,

“O nedir?” diye sordu.

“Ne olacak? Hepimiz bir şekilde İlahiyat Fakültesi'ne geçiş yapacağız. Doğrudan, dikey veya yatay fark etmez. Bir şekilde o fakülteye ulaşmalıyız. Ülkede her gün cami açılışı olduğu için bu meslekte işsizlik sorunu diye bir şey yok. Ayrıca Tanrı'ya yakınlıklarından mı bilmiyorum ama geçim sıkıntısı çeken bir din görevlisini ne gördüm ne de duydum.” dedi gülerek.

“Evet evet, bir de Yoldaş Medya’nın TV kanallarından birine kapak attın mı bu iş tamamdır arkadaşlar!” dedi sırıtarak Özgür.

Masada dönen keyifli muhabbettin üzerine yüzlerdeki gülümsemeler ve kahkaha sesleri o kadar fazlaydı ki neredeyse kafede çalan müziğin sesini bile bastırmıştı. Hatta kafede bulunan birçok kişinin gözü Umut ve arkadaşlarının masasındaydı. Rahatsızlık duymaktan çok meraklı gözlerle onlara bakıyorlardı. Sarhoşluk veren içecekler dışında insanların yüzlerine yansıyan gülümseme ifadesi çok az görülen bir eylemdi. Şaşırtıcı gelmişti bu eylem insanların gözüne…

“Herkes bize bakıyor. Sakin olun arkadaşlar. Susun! Sessiz olun biraz. İnsanlar rahatsız oluyor galiba.” dedi Gül alçak sesle gülmesi devam ederken…

“Gül doğru söylüyor.” dedi Umut.

Özgür ile Yasemin’in kıkırdamaları sürerken iki kelimeyi güçlükle bir araya getirerek. “Tamam tamam!” dediler.

“Haberleri takip ediyor musunuz bilmiyorum ama günlerdir tartışılıyor. Demokrasi Meydanı’ndaki Huzur Park’ı yok edip yerine oteller falan inşa edeceklermiş. Daha kesin bir şey yok ama bayağı bir canım sıkıldı bu duruma.” dedi Gül.

“Evet ya, hiç sorma!” dedi endişeyle Yasemin.

“Mahkeme ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararları falan var. O iş o kadar kolay değil ama insan endişe etmiyor da değil.” dedi Özgür.

“O kadar kolay!” dedi Umut sert bir ifadeyle ve sözlerini şöyle sürdürdü:

“Arkadaşlar, yarın öbür gün inşaata başlarlarsa şaşırmam.”

“Dostum, bu kadar nasıl emin konuşabiliyorsun? İnan anlamıyorum!” dedi Özgür.

“Yoldaş Medya’da boşuna bu mevzu günlerce, aylarca konuşulmadı. Hatta aylar öncesinde bu mevzu üzerinden IAP Vatandaş Vekilleri ve bazı yoldaş kanallardaki yoldaş yazarlar bu meseleyi dallandırıp budaklandırdılar ve gazetelerde birbiri ardına süslü manşetler atıldı. Bu projenin haberleri yapıldı. Ufaktan ufaktan kamuoyunu bilgilendirme mesajlarıydı bunlar.”

“Daha sonra ne oldu?”

“Toplumun zihnine bir fikir yerleştirdiler ve meselenin üzeri bilinçli olarak kapatıldı. Fikirlerin iyisi ya da kötüsü olmaz. Sadece bir şeylere hizmet ederler ve tek bir efendi bilirler. Yoldaş yazarlar birden susuverdiler. Uzun bir süre bu husus medyada yer almadı. Ta ki gün yüzüne çıkana kadar… Fikirler sessizce bekleyebilir ama fikirlerin sessizliği çok da uzun sürmez.” Yasemin söze katıldı:

“Bu doğru! Umut haklı!”     

“Kesinlikle” dedi Gül.

Ve ardından Umut sözlerine şöyle devam etti:

“Arkadaşlar, Büyük İskender kendinden emin adımlarla ülkeleri nasıl tek tek fethettiyse, Büyük Önder de yavaş ama emin adımlarla Yarımada Cumhuriyeti’nin tüm önemli kurumlarına sızarak öyle fethetti. Neredeyse tüm kontrolü ele geçirmiş durumda... Bu sürecin başlangıcında adam kutsal kitaptan okuduğu iki ayetle halkın çoğunluğunu kuzuya çevirdi. Bunun farkındasınız zaten.”

“Işık Ve Aydınlık Partisi iktidarından önceki yönetimlerini hatırlayınız var mı?”

“Elbette yok!”

“Onların isimlerini tarih kitaplarından biliyoruz. Evet, aslında bildiğimiz ve yaşadığımız tek dönem bu! Bildiğiniz üzere IAP İktidarı döneminde okullardaki tüm ders kitapları güncellendi. Veliler de bu durumdan oldukça mutlu ve memnundu; çünkü kitaplar ücretsiz dağıtılıyordu. Fakat hangi devlet kendi çıkarları doğrultusunda olmayan bir şeyi bedavadan halkına verir. O kitaplarda geçen metinlerden çok, geçmeyen metinler insanı meraklandırıyor. Bundan öncekiler de dini söylemlerle ülkeyi yönetme çabası içine girmişler ancak Büyük Önderin yaptığı şey bambaşka bir şeydi. Özgürlüğümüzü elimizden alırken tatlı vaatlerde bulunarak yaptı bunu! Korkarım ki bu adam durmak bilmeyecek. Bu iyi günlerimiz. Çok daha kötü günler bizi bekliyor.”

“Umut, dostum! Ne konuştun öyle be! Ama sözlerine katılmamak mümkün değil doğrusu! Ve doğru sözün üzerine ne denir; gerçekten bilemiyorum.” dedi Özgür.

“Bir bardak soğuk su iç!” dedi gülümseyerek Umut,  “Belki de rahatlarsın!” diye de ekledi.

“Oğlum ya, doğru ve güzel konuşuyorsun da şu adama BÜYÜK ÖNDER diye hitap ediyorsun ya; bu hitap şekli beni geriyor ve çok sinirlendiriyor.

“Neresi büyük?” Daha da hiddetlenerek,

"Küfür etmemek için ağzımı o kadar zorluyorum ki… Bu sadece onun fanatiklerinin uydurduğu bir lakap işte!" dedi Yasemin:

 “Öyle ama hiç kimse artık gerçek adını kullanmıyor. Ve adam Büyük Önder işte!”

“Yapacak bir şey yok.” dedi Umut Gülerek. Gül kahkaha atarak:

“Ah, Umut doğru diyor. Bunu benimsemek zor da olsa gerçek bu! Öyle ya da böyle adam büyük işte!” dedi.

"Evet, öyle" deyince, Özgür'ün yüzünde ön dişlerini gösterecek şekilde kocaman bir gülümseme belirdi ve Gül'e onaylarcasına başını sallıyordu.

Bu dört genç arkadaşın koyu ve samimi sohbeti sürdükçe sürdü. Birinci, ikinci ve üçüncü kahveler, çaylar derken hava kararmıştı. Zaman su gibi akıp geçmişti. Saat de çok geç olmuştu. Kafede, bulunduğu katta bile çok az insan kalmıştı.

“Saat ne kadar da geç olmuş öyle! Hadi kalkalım artık.” dedi Yasemin.

“Evet ya!” dedi Gül.

Hesabı ödediler ve Gül, garson arkadaşı Buket ile vedalaşmasının ardından dört yakın arkadaş sokağa çıktılar. Kafenin önünden ana caddeye doğru bir süre yürüdükten sonra yolun sağında ana caddeye açılan sokakta uzun uzun sohbet ettiler ve sonunda ana caddeye vardıklarında kızlar Umut ve Özgür'ün yanına dönüp taksiye bineceklerini söyledi. Cadde boyunca taksiler ve araçlar vızıldıyordu. Özgür tüm çabasına rağmen bir taksi bile durduramamıştı. Neredeyse yarım saat geçmişti. Hava şartları yağmurlu veya karlı da değildi. Serin ve güzel bir akşamdı. Ancak taksiler boş olmalarına rağmen bir türlü durmak bilmiyorlardı. Nadir duran taksiler de ya gidecekleri semti beğenmiyorlardı ya da gidecekleri mesafeyi kısa bulup, çeşitli bahaneler uyduruyorlar ve yanlarından hızlıca geçip gidiyorlardı. Bazıları da kaba bir tavırla nereye gideceklerini soruyor ancak kendilerini tatmin edecek yanıtı alamadıklarında bir söz etmeden Özgür ve arkadaşlarının yanından basıp gidiyorlardı. Genellikle birçok ülkenin şehrindeki taksilerin sarı renginde olmasının aksine İki Kıtalı Şehir’in taksilerinin rengi yeşildi. Kızlar iyice gerilmiş Özgür ve Umut ise oldukça öfkeli görünüyorlardı. Sonunda Özgür bir taksi durdurmayı başarmıştı. Ancak bu taksi şoförü de diğerlerinin aksine oldukça açık sözlüydü. Yüksek sesle:

“Nereye gideceksiniz birader?” dedi.

Özgür, gideceği semti söylediğinde, taksi şoförü “Kurtarmıyor be abi!” diyerek yanından hızlıca basıp gitti.

Tam o sırada Özgür öfkeyle taksiciye arkasından küfrederken, Gül bir anda eliyle Özgür'ün ağzını kapatarak

"Küfretme! Değmez… Bırak gitsin!" dedi.

"Ama Gül!" dedi Özgür öfkeyle,

"Adamın yaptığı kabalığı görmedin mi?"

“Evet, elbette gördüm. Farkındayım. Ama boş ver gitsin. Sakin ol biraz. Nasıl olsa bir taksi duracaktır.”

Hiddet dolu sözlerle “Tamam tamam!” dedi Özgür. Devreye Umut girdi ve:

“Bence de biraz sakin olmalısın.” dedi Umut. “Boş yere başımızı belaya sokacaksın. Olmadı bundan sonra taksi plakasını alıp, şikâyet ederiz.”

“Boş yere mi? Yarım saattir burada çakılı kaldık. Nasıl aklıma gelmedi. Ah şu plakayı alabilseydim.” dedi Özgür.

‘"Merak etme," dedi Yasemin. "Taksinin plakasını ve taksi durağının telefon numarasını zaten aldım."

“Numarayı ver hemen bana.” dedi Özgür.                 

“Yok, olmaz, hayır!” dedi. “Sen çok sinirlisin şimdi. Bırak da Umut konuşsun.”

“İyi iyi, tamam!” dedi Özgür Sert bir tavırla!

Umut, arkadaşından aldığı telefon numarasını tam çevireceği sırada bir ses kulaklarına ilişti:

“Taksi lazım mı?”

Caddenin kenarına yanaşmış bir taksiden gelen sesti bu.

“Sonunda!” dedi Gül Sevinçle…”   

Kızlar, Özgür ve Umut ile hızla vedalaştıktan sonra taksiye yöneldiler. Umut ise uzaktan kızlara seslenerek telefonunu gösterdi. Taksi camının arkasında Yasemin'in kocaman gülümsemesi belirdi ve kızlar hızla arkadaşlarından uzaklaştılar. Kısa bir süre sonra Umut taksi durağını arayıp gerekli şikâyetlerde bulununca Özgür, "Ne dediler?" diye sordu.

“Ne diyecekler? Adam ilgileneceklerini söyledi”

“Pek sanmıyorum ama umarım öyle olur.”

“Ben de!” dedi Umut.

Özgür, saatine baktı ve şöyle dedi:

“Hâlâ zamanımız var. Bu iyi haber! Taksiyle falan uğraşacak hiç sabrım kalmadı. Hadi Metroyla gidelim. Yoksa geceyi nezarethanede geçireceğiz. Adam, tepemin tasını iyice attırdı. Herif gerçekten sinirlerimi bozdu.” Gülümseyerek Umut,

“Evet, bunu görebiliyorum.” dedi.

“Aslında benim de çok canımı sıktı ama soğukkanlı olmak lazım! Beş para etmez insanlar yüzünden başımız belaya girecek. Biraz sabırlı olmak lazım!

“Evet, haklısın dostum! Metroyla gitsek daha iyi olacak sanırım. Bu arada bu kadar nasıl soğukkanlı olabiliyorsun; cidden anlamıyorum.”

“Doğruyu söylemek gerekirse bazen ben de anlamıyorum.” dedi Umut.

“Sen, şeyi görmüş müydün?” dedi Özgür.

“Neyi?”

"Hani, video görüntüleri sosyal medyada da falan vardı. Hastane önünde yaşlı bir teyze taksi çevirmeye çalışıyordu. Belli ki yeni hastaneden çıkmış, zar zor yürüyordu. Kısa mesafe olduğundan dolayı hiçbir taksi de yaşlı teyzeyi almıyordu. Zavallı kadın on beş, yirmi dakika hastane önünde öylece kalakalmıştı. En sonunda vicdan sahibi bir taksi şoförü yaşlı kadını almıştı. Kadın taksiye bile zor bela binmişti.”

“Evet evet, biliyorum bu hadiseyi... Videoyu izlemiştim.”

“İnsanlar bu kadar nasıl vicdansız olabilir; aklım almıyor.” dedi Özgür.

Arkadaşıyla birlikte Metroya doğru yürürken Umut sokakta durdu ve şunları söyledi:

“Vicdan mı?”

“Vicdan, insanlarda olan bir kabiliyettir. Bunlar, kalpleri kararmış, gözleri para hırsıyla dolup taşmış varlıklardır. İki Kıtalı Şehir’de bunlardan çok ne var. En tepeden en aşağı tabakaya kadar!”

“Haklısın dostum; maalesef öyle!”

Yürüyüşleri sinir bozucu taksi konuşmalarıyla devam etmişti. Sonunda Metro'nun önüne geldiklerinde Metro girişinin önündeki yürüyen merdivenlere doğru yöneldiler. Birkaç duraktan sonra eve varmaları uzun sürmedi.

Ertesi günün sabahı önce Özgür, ardından Umut günün parlak ışığıyla uyandı. Neredeyse öğle vaktiydi. Umut, sabahki Ceza Hukuku dersini kaçırmış ama öğleden sonra iki dersi daha vardı. Ancak bu duruma pek aldırış etmedi. Çünkü o dersle ilgili devamsızlık sorunu yoktu. Bu ders için iki saatlik derse katılmama hakkı vardı. Zaten o dersin hocası devamsızlık takıntısı olan bir adam değildi. Özgür’ün de en sevdiği gün, bugündü. Haftalık ders çizelgesinde bugün hiçbir dersi bulunmuyordu. Mutfak masasına kahvaltılık bir şeyler hazırladılar. Bir şeyler atıştırmalarının ardından bir yandan sohbet ediyor bir yandan da çay kahve keyfi yapıyorlardı.

Tam o sırada Özgür’ün telefonu çaldı. Arayan Yasemin’di.

Özgür, Yasemin'e "Merhaba, nasılsın?" diyemeden Yasemin telaşla:

“Hemen televizyonu açın. Büyük Önder açıklamalarda bulunuyor. Sonra konuşuruz.” deyip telefonu kapattı.

“Tamam! dedi Özgür Şaşkınlıkla…”

“Kim o? Ne oldu?” diye sordu Umut.

“Kim olacak Yasemin’di. Büyük Önder açıklamalarda bulunuyormuş, telaşla televizyonu açın dedi ve telefonu kapattı.”

“Hadi bakalım. Büyük Önder’in derdi neymiş öğrenelim.”

“Büyük Önder değil oğlum Eleman! Yani BÜYÜK ELEMAN diyeceksin.” dedi Özgür gülerek.

“Yürü yürü hadi, adamın açıklamalarını kaçıracağız şimdi.”

Hemen salona koştular. Bir süre etrafa bakındılar ama televizyon kumandası ortalıklarda gözükmüyordu. 

“Nerde bu lanet kumanda?” diyerek uzun bir süre söylendi Umut. “Hah, işte burada! Yine koltuğun arasına sıkışmış namussuz…”

Büyük Önder’in televizyon kanallarında açıklamalarda bulunması pek de hayra alamet değildi. Ne zaman bir açıklamada bulunsa, ülkede kargaşalara boğuluyor, tartışmalar, protestolar ve eylemler eksik olmuyordu. Umut, televizyon kumandasının herhangi bir tuşuna bastığında tam karşılarında, tüm heybetiyle Büyük Önder öylece duruyordu. Ardından kumandanın başka bir tuşuna bastı. Bir diğerine daha bastı. Ve bir başkasına daha bastı. Belli ki Önder’den kurtuluş yoktu. Çünkü bütün televizyon kanallarında Büyük Önder vardı. Televizyon ekranlarının sağ üstünde canlı yayın ibaresi yer alırken, sağ alt köşede ise büyük puntoyla yazılmış ‘Flash haber’ yazıyordu.     

“Aziz vatandaşlarım, bugünlerde kamuoyunda oldukça dillendirilen büyük projelerimizden birinin daha temelinin atılacak olmasının gururunu yaşıyorum. Aslında bu gurur Yarımada halkının haklı gururudur. Aziz halkımla birlikte daha aydınlık günlere koşar adımlarla ilerliyoruz. Ve ilerlemeye de devam edeceğiz.

“İnşallah, bugüne kadar gerçekleştirdiğimiz büyük projeler bugün gerçekleştireceğimiz projelerimizin teminatıdır. Bizden önceki yönetimlerin aziz halkımızı nasıl uyuttuklarını biliyoruz. Tek bir tuğla bile koymadıklarını biliyoruz. Bugün İki Kıtalı Şehir gibi dünyanın en önemli değerlerini üzerinde taşıyan bir şehrin Metro çalışmalarının bizim dönemimizde başladığını ve daha önceki yönetimlerin başarısızlıklarının, utancını üzerlerinde taşıdıklarını biliyoruz. Günümüzde hâlâ Metro çalışmaları durmak bilmeden sürüyor ve Metro ağlarını genişletmeye devam ediyoruz. Birçok projemizle bu güzide şehrimizin trafik sorununu çözmek için var gücümüzle çalışıyoruz. Aziz halkımız için çalışmaya da devam edeceğiz. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

“Bilindiği üzere Demokrasi Meydanı’ndaki Huzur Park’ın olduğu bölgeye ‘BÜYÜK KALDIRIMLAŞMA PROJEMİZİ’ gerçekleştireceğiz. Yapılacak olan çevre düzenlemesi ile birlikte o bölgeye büyük alışveriş merkezleri ve oteller vesaire, şehrimizin ihtiyacı olan ihtişamlı yapıları inşa edeceğiz. Şimdiden hepimize hayırlı uğurlu olsun.” Özgür hiddetle:

“Kapat, kapat şu lanet televizyonu!” dedi ve devam etti:

“Büyük Kaldırımlaşma Projesiymiş? Adama bak ya! Bizi aptal yerine koyuyor. Aklımızla dalga geçiyor sanki. Evet, anlaşılan Huzur Park’ı yok edecekler. Şehrin her yeri alışveriş merkezleri ile dolu zaten! Ya büyük oteller falan olacakmış da bunun bize ne faydası var? Halka ne faydası var? Demokrasi Meydanı’nda her yer otellerle dolu zaten!”

“Rant, oğlum! Rant işte!”

“Tabi ki Rant! Başka ne olacak ki bazıları zenginliklerine zenginlik katacak işte... Çok canım sıkıldı ya!” dedi Özgür.

“Benim de dostum ama elimizden ne gelir ki protesto etmekten başka! Bu ülkede yapılan cılız protestolar da bir sonuç vermiyor zaten!”

“Evet, aynen!”

“Neyse ben çıkıyorum. Dersim var. Sen gelecek misin?”

“Evet, ben de geliyorum. Dersim yok ama bizimkilerle takılırım işte.”

“Tamam öyleyse, haydi çıkalım.” dedi Özgür.

 

­­­

Büyük Önder’in yapmış olduğu açıklamaların ardından neredeyse üç saat geçmişti. Bazı Çevre Koruma Sivil Toplum Kuruluşlarından tepki çok gecikmeden gelmişti. Yapılan açıklamalardaki söylemlerin odak noktası, rant uğruna katledilen ağaçlar ve şehrin doğal yapısını bozan betonlaşma projeleriydi.

“Bu kaçıncı yıkım, bu kaçıncı katliam!” diye tepkilerini sert bir üslupla dile getirmişlerdi.

Bu sırada Vatandaşa Hizmet Partisi (VHP) de acilen Başşehir Angora'da toplanmıştı. Ancak, uzun bir süre VHP Vekilleri hâlâ toplantı halindeyken, ülkenin birçok muhalif kesiminden tepkiler yağıyordu. VHP’nin çok uzun süren toplantısı nihayet sona ermişti. Yarımada medyası yapılacak kapsamlı açıklamaları merakla beklerken, VHP'nin kendi internet sitesinden kısa bir açıklama yapıldı:

“Büyük Önder’in tahlisiz açıklamalarını endişeyle izledik. Biz, VHP olarak bu işin takipçisi olacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın.”

Yarımada Cumhuriyeti’nde hiç eksik olmayan kavga gürültü patırtı ve kargaşa hiç olmadığı kadar alevlenecek gibi görünüyordu. Ancak ülkede çıkan her kargaşa ortamının sonunda garip bir şeklide güçlü çıkan taraf daima Işık Ve Aydınlık Partisi (IAP) iktidarı oluyordu. Söz konusu kargaşanın ana unsuru olarak görülen karşıt görüşlü kesimlerin ve bireylerin anlamsız eylemleri hem iktidarın hem de halkın çoğunluğunu oldukça canını sıkan bir durumdu. Bilindiği gibi muhalifleri tarif etmek için kullanılan en kibar tabir aşağılık muhaliflerdi. Sayıları az ama çıkardıkları gürültü patırtı güçlüydü. Meydanlardaki protesto gösterileri dışında sokaklarda pek sesleri çıkmadığından dolayı halkın arasından onları tespit etmek hiç de kolay değildi. Ancak kimilerine göre bu durum doğru değildi. IAP iktidarının muhtaç sahibi yoksul insanlara yapılan yardımlar daima IAP seçmenleri ile sınırlıydı. Elbette iktidar bu duruma şiddetle karşı çıkıyorlardı. Çoğu zaman bu şiddet hakaretlere varacak boyuta kadar yükseliyordu. Onlara göre bir ayrım söz konusu bile olamazdı. Her ihtiyaç sahibi yoksula gerekli yardımlar yapılıyordu yapılmasına da birçok yoksul birey iktidarla aynı görüşte değildi. Her ne olursa olsun tartışmaya açık olan bu husus, muhaliflere göre ister zengin olsun, ister yoksul olsun. Tüm popülasyonun fişlenmiş olduğu gerçeğini açıkça ifade ediyorlardı. Önder’i sevenler ve çok sevenler ile Önder’i sevmeyenler ve nefret edenler şeklinde insanlar fişlenmişti. Yapılan yardımlarda Önder’i sevenler ve çok sevenler arasında değişkenlik gösterse de Önder’e çok bağlı olan kesimler en üst tabakadan en aşağı tabakaya kadar belli bir hiyerarşik düzen içinde yardımlar kesintisiz yapılıyordu. Bu durum zaten seçim sonuç tablosundan aşağı yukarı belli oluyordu.

İktidara geldiği ilk tarih hafızalardan silinmiş gitmiş; o tarihten bugüne kadar gelen sürede ülkenin genel durumu böyleydi. Büyük Önder’in son açıklamalarının ardından Yarımada halkını neler beklediğini ön görmek güç görünüyordu

­­­

İki Kıtalı Şehir'le aynı adı taşıyan üniversitenin yerleşkesinde yer alan bir kafede Özgür ile Yasemin kahve ve çaylarını yudumlarken bar yandan da koyu bir sohbette dalmış gitmişlerdi. O sırada dersi yeni bitmiş olan Umut’un da aralarına katılması beş on dakikayı geçmemişti. Gül ise ortalıklarda gözükmüyordu. Masada dönen hararetli muhabbet, elbette Büyük Önder’in son açıklamalarıydı. Kafede çeşitli gruplar halinde oturmuş gençlerin ağızlarından düşmeyen kelimeler Demokrasi Meydanı’ndaki Huzur Park’ın kaderinin ne olacağı konusuydu. Tartışmalar ise oldukça sert geçiyor gibiydi. Sadece kafelerde oturan gençlerin arasında geçen muhabbet değildi bu! Yerleşkenin birçok fakültenin koridorlarında, dersliklerinde ve ders aralarında fakültelerin kapı önlerine sigara içmeye çıkan gençlerin ayaküstü sohbetleri Demokrasi Meydanı’ndaki Huzur Park’ın hâkimiyetinin ne olacağıydı. Elbette genel görüş parktaki ağaçlar üzerine bahis oynayanların kaybedeceği yönündeydi. Bu açıklamalar sadece muhalifleri değil birçok kesimi rahatsız ettiği gözüküyordu. İki Kıtalı Şehir’in birçok semtindeki kahvehanelerinde, kafelerinde, barlarında ve restoranlarında vakit geçiren insanlar aralarında tartışılan, konuşulan tek mesele hep aynı meseleydi.

Huzur Park’ın hâkimiyeti ne olacaktı?

İki Kıta Şehri’nin birçok ayrı üniversitesindeki öğrenci grupları kendi aralarında örgütlenerek protesto hazırlıklarına başlamıştı.

 



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 
GENÇLİĞİN KARARLI TUTUMU




Ö

nder’in son açıklamalarının üzerinden birkaç gün geçmişti. Çok az sayıda olan bağımsız TV kanallarında yapılan programlarda projeden çok yapılmak istenen hukuksuzluklara işaret ediliyordu. IAP İktidarının Demokrasi Meydanı’nda yer alan Huzur Park’ı, sadece umumi hizmette kullanılmak koşulu ile tapuyu İki Kıtalı Şehir Belediyesine tahsis edilmişti. Üstelik İki Kıtalı Şehir idari mahkeme ile Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararları hiçe sayılarak Huzur Park’ı katledip, onun yerine ‘Büyük Kaldırımlaşma Projesi’ adı altında imar izni olmadan oteller, alışveriş merkezleri vesaire inşa edilmek isteniyordu. Bu apaçık rant uğruna gerçekleşmesi arzulanan betonlaşma projesiydi. İktidarın hiç de hazzetmediği Gazeteci-Yazar Abdi ve Uğur gibi birçok entelektüel yazarların gazete köşelerinde IAP İktidarını eleştirileri şiddetle sürerken, Yoldaş Medya Grubu’na ait TV kanalları hiçbir şey olmamış gibi tatlı tatlı esen meltem misali ballandıra ballandıra Önder’in büyük projesi hakkında çeşitli bilgiler verilerek ekranlarına taşıyorlardı. Sanki yaşanan tüm bu hadiseler haber değeri taşımıyormuş gibi davranıyorlardı. Neyin haber olup, neyin haber olmayacağına kararlar veren tek bir kaynaktan çıkıyor gibi bir his uyandırıyordu muhaliflerin aklında… Ancak bu his acı verici bir histi. Sokaklar ise gergindi. Kimilerinin, olan biten umurunda değildi. Bu kesim daha çok kaynağın nereden geldiği pek de belli olmayan ve maaşlarını ATM’lerden çeken bir kesim olarak tanınıyordu. Kimileri de öfkeli ve endişeli gözlerle kısıtlı haber kaynaklarından gündemi takip etmeye çalışıyorlardı.

Bir gece vakti nerdeyse saat ona geliyordu. Herkesin uyuduğunu sandıkları saatlerde yıkım ekibi Huzur Park’a doğru yöneldi. IAP iktidarı, ayyaşlar dışında kalan herkesin uyuduğu zaman dilimlerinde önemli yasa değişikleri, doğalgaza, akaryakıta ve elektriğe vesaire yapılan büyük zamlar daima gece yarıları yürürlüğe soktukları genel bir uygulamaydı. Böylece halk sabah uyandıkları vakit, gün doğumunda güneş hiç olmadığı kadar tüm parlaklığıyla, aydınlığıyla Yarımada halkını sevgiyle kucaklıyordu. Fakat şaşırtıcı bir şekilde bu sefer yıkım erken bir saate çekilmişti. Belli ki artık zamanın pek de bir önemi yoktu. Yıkım ekibi, Huzur Park’ın caddeye bakan üç dört metre uzunluğundaki duvarını yıkıp, parkın kenarlarındaki üç-beş ağaç köklerinden sökülmüştü. Daha sonra bu ağaçları nereye dikecekleri konusu ise gizemini koruyordu. Tam o sırada önlerinde altmış kişilik bir grup buldular. Bunlar farklı üniversitelerde okuyan çevreci gençlerdi. Yıkım ekibine ait devasa iş makinelerinin önlerinde durarak daha fazla ağaçların katledilmesi önlemelerinin ardından böylece Huzur Park'ta kurdukları çadırlarda sabaha kadar sürecek ağaç tutma nöbeti başladı.        

O akşamın sabahında gençlerin nöbetleri sürerken çevredeki insanların destekleri de artıyor ve gençlerden oluşan topluluk ise saatler ilerledikçe bu topluluk daha da kalabalıklaşmıştı. Protestoların şiddeti öğle vaktine kadar hiç dinmemişti. Bir önceki nesillerde yaşamlarını sürdürmüş olan gençler gibi yürekleri ve cesaretleri büyüktü.

“Gençlerin gözü pekti!”

“Kararlıydılar!”

“Endişeliydiler!”

“Öfkeliydiler!”

Aslında gençler alışılmışın dışına çıkarak iş makinelerinin karşılarında olmalarının aksine çok uzun yıllardır süregelen pek de tasvip edilmeyen bazı alışkanlıkların dışında çıkmışlardı. Hayır, onlar dev iş makinelerin karşısında değil, hukuksuzluğun karşısında dik bir duruş sergiliyorlardı. Zabıta kıyafetleri içindeki inşaat çalışanları yıktıkları duvarın kalan kısmını da yıkmak için iş makinelerini o yöne doğru çevirerek harekete geçtiklerinde karşılarında yine gençler ve çevrede toplanan insanlar vardı. Üstelik yıkım ekibinin ruhsatları da yoktu. Protestolar, tartışmalar alevlendikçe alevlenmişti. Çevrede toplanan kalabalığın içinden orta yaşlı bir adam öne çıkarak öfkeyle şöyle dedi:

“Bu ağaçları asla kestirmeyeceğiz. Parkın yok edilmesine müsaade etmeyeceğiz. Bizi sömürdükleri yetmiyormuş gibi, yoksulların Huzur Park’ın içindeki ağaçların arasında oturup dinlenmelerine, gölgelenmelerine bile tahammül edemiyorlar. Bizden daha ne istiyorlar?”

“Bu park onun babasından kalan bir miras değil, bu park ve ağaçlar halka aittir.”

Bu coşkulu sözlerin ardından protesto sesleri daha da yükselmişti. Bunun üzerine yıkım ekibi geri çekilmek zorunda kalıyordu. Protestoların ilerleyen saatlerinde Vatandaş Hizmet Partili bir vekil de gençlerin arasına karışarak eylemlerin şekli değişiyordu. Siyasetin bir kanadından gelen bu küçük çaplı destek gençlerin umudunu artırmış gibi görünüyordu. 

­­­

Başşehir Angora’da Başdanışman Ferit acilen İki Kıtalı Şehir Emniyet Müdürü Savaş’ı arayarak telaşla ve yüksek bir ses tonuyla şöyle serzenişte bulunuyordu.

“Orada neler oluyor? Üç beş ergenle baş edemiyor musunuz? Bu ne rezillik böyle! Bizim kolluk kuvvetlerimiz neden hâlâ orada değil?”

“Ama Ferit Bey!” dedi Savaş.

“Bırak şimdi bey laflarını da ‘Orantılı Çelik Kuvvetleri’ni hemen Huzur Park’a yönlendirin.”

“Tamam Tamam!”

“Tamam Ferit Bey!”

“Ekiplerimizi hemen oraya gönderiyorum.”

“Tamam, iyi edersin!” dedi Başdanışman Ferit ve telefonu kapattı.

Aslında bu sözün ve sert telefon konuşmasının arkasındaki güç elbette Büyük Önder'den başkası değildi. Emniyet Müdürü Savaş telefonda işittiği sesin Önder’e ait olduğunu çok iyi biliyordu ve hemen söyleneni yaptı. Büyük Önder’in bir başka özelliği de işler çığırından çıkmadığı sürece işlerini daima Başdanışman Ferit’in ağızından hallediyor olmasıydı.

­­­

Umut ile Özgür nispeten Demokrasi Meydanına yakın olan evlerinde endişeli gözlerle olan biteni takip ediyorlardı. Yaptıkları telefon görüşmelerinde Yasemin’in Üniversite yerleşkesinde olduğunu anlamış ancak Gül’den henüz bir haber alınamamıştı. Çünkü arkadaşlarının telefonlarına Gül bir yanıt vermemişti. 

“Nerede bu kız?” Umut Endişeyle:

“Acaba başına bir iş mi geldi?” dedi.

“Dur biraz! Hemen kötümser düşünme! Belli ki telefonun şarjı bitti bir yerlerde!”

“Umarım öyledir. Ama bir ara telefonu çalıyordu. Şimdi telefonu kapalı!” dedi Umut...

"Ah, dostum, bu kadar endişelenmene gerek yok! Gül’ü bilirsin. O bir yerlerden çıkar gelir merak etme sen! Ya o değil de uzun zamandır meydanlarda eylemler ve protestolar görmüyorduk. Bu işin sonucu nereye varacak acaba?”

“Evet, bilmez miyim?”

“Bilmiyorum ama bu haklı protestoların birilerinin hiç de hoşuna gitmediklerine eminim.”

"Öyle görünüyor," dedi gülümseyerek Özgür…

Umut ile Özgür’ün sohbetleri böyle sürerken, Demokrasi Meydanı’ndaki Huzur Park’ta işler biraz karışmıştı. Emniyet Müdürü Savaş’ın talimatları ile birlikte kısa bir motivayon konuşmasının ardından Orantılı Çelik Kuvvetleri son hazırlıklarını yaptı. Polislerin gözlerine yansıyan büyük öfkeyle koruyucu giysilerini giydiler, kasklarını taktılar.

Ve kalkanları, copları, biber gazları ve gaz maskeleri ile birlikte her şey hazırdı. Direnişçilerin kafasını gözünü kırma vakti gelmişti.    

Huzur Park’ı savunan gençler ile Orantılı Çelik Kuvvet Polislerinin kalkanları ile yaklaşık bir metre uzunluğunda bir mesafe vardı. Gençler ile polis kuvvetlerinin arasında kalan polis kalkanları bir koridor oluşturulmuşçasına boylu boyunca uzanıyordu. Bazı polislerin ellerinde tuttukları coplar hazır halde beklerken, bazılarının ellerinde ise biber gazları vardı. Polis müdahalesi kaçınılmazdı. Her an arbede çıkacak gibi görünüyordu. Polis kalkanlarının önlerinde sıralanmış protestocu gençlerin bazıları polislerin buz kesilmiş yüzlerine bakarak feryatla dertlerini anlatmaya çalışıyorlardı. İşte tam o sırada polislerin içinden biri tüm öfkesiyle elinde tuttuğu copu yaklaşık yirmili yaşlardaki bir gencin suratına okkalı bir şekilde yapıştırıvermişti. Ağzı burnu kan içinde kalan genç polis kalkanlarının hemen yanı başına düştü. Gencin burnundan, dudağından akan kanlar toprak zeminle çimenin buluştuğu yerde küçük bir gölet oluşmuştu. Toprak zeminde boylu boyunca hareketsiz bir şekilde yatan gence işaret eden bir polis yüksek bir sesle şöyle bağırıyordu.

“Hadi hadi! Alın alın alın şunu!”

Bunun üzerine bir anlığına topluluğun içindeki bazı gençlerin donuk donuk bakan gözlerle yerde öylece hareketsiz yatan arkadaşına baktılar. O anda zihinlerinde geçen düşünceler bomboştu. Yerde hareketsiz yatan genç öldü mü; yoksa bayıldı mı? diye düşünemeyecek kadar zihinleri boştu. Zaten bunu düşünecek vakitleri de yoktu. Sadece ama sadece donuk gözlerle arkadaşına öylece bakıyorlardı. Polislerin bu ilk müdahalesinin ardından gençler, öfkeyle yerden bulabildikleri taşlarla, sopalarla karşılık verdiler. Ancak polislerin koruyucu giysileri ve kalkanları vardı. Bu anlamsız bir eylemdi. Evet anlamsızdı. Ama kararlıydılar. Ve asla kaba kuvvete ve zulme boyun eğmeyeceklerdi. Evet, hukuksuzluğa karşı boyun eğmeyerek sonuna kadar direneceklerdi. Çok geçmeden Orantılı Çelik Kuvvetlerinin müdahalesi daha da sert olmuştu. Gençlerin üzerlerine atılan biber gazlarının etkisiyle etraf bir anda dumanla kaplanmıştı. Göz gözü görmüyordu. Çevreyi çok yoğun bir duman örtüsü kaplamıştı. Öksürük sesleri, feryatlar ve bağrışmalar ağaçların üzerindeki kuşların seslerini bile bastırıyordu. Aslında Huzur Park’ta yaşayan birçok hayvan çoktan tahliye edilmiş ve kalanlar ise başka bir parka göç etmişlerdi. Belki de bu yüzden feryatlardan başka bir ses işitilmiyordu. Parkta işitilen sadece iki ses vardı. Polislerin cop sesleri ve gençlerin bağrışmalarıydı. Gençlerden oluşan topluluk Huzur Park’tan kendilerini zor bela dışarı atarak Demokrasi Meydanı’ndaki caddelere kaçışarak dağılmıştı. Kimileri Kültür Caddesi’ne kaçıştılar. Kimileri Barış Caddesi’ne kaçıştılar. Kimileri Güven Caddesi’ne kaçışmışlardı. Kimileri de Özgürlük Caddesi’ne kaçışmışlardı. Polisler ise ele geçirdikleri protestocu gençleri gözaltına alıp, polis araçlarına tekme tokat döverek doldurdular. İçlerinden çok az polis gözaltına aldıkları gençleri daha insancıl bir şekilde polis araçlarına götürüyorlardı. Özgürlük Caddesi’ne kaçışan grubun içinde, endişeyle evlerinde gündemi takip eden Umut ile Özgür’ün yakın arkadaşı olan Gül de vardı. Gül, polislerin sert müdahalelerine maruz kalmadan kaçabilmişti ancak yoğun biber gazının etkisiyle gözleri kan çanağına dönmüştü. İki zarif omuzundan aşağı doğru dökülen dalgalı kızıl saçları dağılmış, yüzü solmuş ve bembeyaz pamuk gibi olan yanakları çamur ve kir lekeleri ile kaplıydı. Ve beyaz gömleği toz toprak içinde kalmıştı. Üstelik kırmızı kol çantasının içindeki cep telefonunun şarjı da bitmişti; ancak bunun farkında bile değildi. Birkaç arkadaşıyla her zamanki takıldıkları Ayyaş Cafe & Bar’a sığınarak kendilerini biraz olsun güvende hissediyorlardı. Orantılı Çelik Kuvvet Polislerinin gençlere acımasızca sert müdahalesi sırasında bazı bağımsız TV kanallarının muhabirleri Huzur Park’ta yaşanan tüm hadiseleri canlı yayında Yarımada halkına aktarırken bazı polisler basın mensuplarının ellerindeki kameraları alıp, tüm kameraları kırmışlardı. Bir an bile duraksamadılar. Bununla da yetinmeyen polis kuvvetleri, muhabirlerin üzerlerine kasten biber gazı sıkarak olay yerinden uzaklaşmalarını sağlamışlardı. Basının kesinlikle Huzur Park’ndan görüntü alınmasına izin verilmiyordu. Parkın çevresinde canlı yayın yapılmasına izin verilmiyordu. Halkın Anayasal hakkı olan haber alma hakkı engelleniyordu. Sanki Demokrasi Meydanı’nda gençlerin kaderi polis kuvvetlerinin şefkatli ellerine bırakılmak isteniyordu. Ancak Işık Ve Aydınlık Partisi (IAP) iktidarın almış olduğu tüm önlemlere rağmen hiçbir şey diledikleri gibi gitmeyecekti.

Orantılı Çelik Kuvvet Polislerinin gençlere acımasız müdahalelerini gösteren birçok video görüntülerini, fotoğraflarını çevrede bu olaylara tanık olan Yarımada vatandaşları ile birlikte gençler tarafından bu görüntüleri sosyal medya hesaplarından (Youtube, Facebook ve Twitter aracılığıyla) servis edilmelerinin ardından bu görüntüler büyük tepkilere neden olmuştu. IAP İktidarına olan eleştirilerin dozu da artıkça artıyordu. Görsel basının cesaret edemediği bir şeyi gençler yani kendini özgür hisseden Yarımada halkı yapmıştı.

İhtiyarların dilinden hiç düşmeyen atasözü kafalara düşmüştü. Her zor anda akıllarda kalan bu atasözü şöyleydi:

Açıktır ki, "Yarımada Cumhuriyeti'nin emanet edildiği kastedilen zamanın ötesindeki gençlik, şüphesiz bu gençlikti.”

Gençler, birçok muhabirin işini ellerinden almışlardı. Ancak onların koca göbekli şişko medya patronlarından bir maaş beklentileri yoktu. Ücret beklentisi olmadan yapılması gereken şeyi yaptılar. Bu da Yarımada halkını bilgilendirmekten geçiyordu. Özgürlük, Kültür, Güven ve Barış Caddelerine dağılan gençler tekrar Cumhuriyet Anıtı’nın önünde birleşerek buluştular. Sosyal medyada yayılan orantılı polis müdahaleleri görüntülerinden sonra gençliğe olan destek de büyümüştü. Öğle vaktinde polis müdahaleleri nispeten zayıflamıştı. Çünkü gençlerin etrafı daha çok kalabalıklaşan bir topluluk haline gelmişti. Bu grup Huzur Park'a doğru ilerlerken dudaklarından tek bir slogan döküldü.

 

“Her yer demokrasi, her yer polis!”

“Her yer direniş, her yer özgürlük!”

 

Huzur Park’a doğru yürürken bu slogan coşkuyla tek bir ağızdan, tek bir yürekten çıkıyordu. O sırada, tüm insani duygulardan arındırılmış olan Orantılı Polis Teşkilatına ait acımasız RoboCobs kalkanlarıyla, coplarıyla ve biber gazlarıyla uzak bir mesafeden konumlarını koruyarak Büyük Önder’e başkaldıran isyancı göstericileri tüm dikkat izliyorlardı. İkinci bir emre kadar bekleyişlerini öylece sürdüreceklere benziyordu. Aylar önce bazı bağımsız gazetelerde çıkan RoboCops projesi haberleri herkes tarafından gülünç bulunmuştu. Aşağılık muhaliflerin asılsız iddiaları o kadar komikti ki başı kesilmiş bir tavuğun şuursuzca etrafta koşturmacasına benzetmişlerdi. Belli ki bu proje IAP İktidarı ile Orantılı Polis Teşkilatı ile gizli ellerle yürütülen büyük proje bu olmalıydı. O gün gazetelerde çıkan haberdeki polislerin tarifine de oldukça uyuyor izlemini veriyordu.

Bu polisler giyindikleri koruyucu giysilerin içinde bir insana benzeseler de insani duyguları ve muhakeme kabiliyetleri yoktu. Acımasız ve gaddardılar. Felsefi bir düşünceye, özgür bir iradeye sahip değildiler.

RoboCobs'un yalnızca iki görev tanımı vardı.

·         Kendilerine verilen emirleri koşulsuz ve başarılı bir şekilde yerine getirmek.

·         Yarımada Cumhuriyeti İktidarını cebren ortadan kaldırmaya ve engellemeye yönelik bütün teşebbüslere karşı en sert biçimde müdahale edip her ne pahasına olursa olsun, protestocuların, isyancı grupların faaliyetlerini durdurmaktı.

Neredeyse hava kararmıştı. Akşam saat sekizi geçiyordu. Direnişçi gençlerin protestoları hiç durmadan devam ederken, Orantılı Çelik Kuvvet Polisleri ise konumlarını koruyorlardı ancak bunca geçen saate rağmen konumlandıkları bölgedeki polisler aynı polisler miydi? Yoksa bir vardiya değişikliği olmuş muydu? Giyindikleri koruyucu kıyafetleri ve kasklarından bunu anlamak mümkün gözükmüyordu. Belki de mesaiye kalmışlardı. Kuşkusuz alacakları prim miktarı oldukça yüksek olmalıydı. Bunca saat direnişçi gençleri kovalamak kolay iş değildi doğrusu!

Peki, günün sonunda alacakları prim miktarı nasıl belirleneceği sorusu ise kafalarda bir karışıklık yaratıyordu. Her ne kadar giyindikleri koruyucu kıyafetlerin içinde kimlikleri belli olmasa da polis kaskların açıkta kalan kısımlardaki yüz ifadeleri kendilerini öne çıkarıyordu. Her bir yüzde hep aynı ifade vardı. Şiddet arzusuna bürünmüş öfke her bir yüzün bütünü oluşturuyordu. Huzur Park’ta gençlerin daha önce kurdukları yakılmış, tarumar edilmiş çadırların yerine yeni kurulan çadırlar bir öncekine göre daha da fazla olduğu göze çarpan bir ayrıntıydı. Parkta geçen her saatte daha da fazla kalabalık oluyordu. İki Kıtalı Şehir halkı gençlerin duyarlı davranışlarına ve dik duruşlarına bir yanıt gelmişti. Bu kalabalığın içinde Gül de vardı. Saatler önceki görüntüsüne göre daha toparlanmış gibi görünüyordu. Gül, Ayyaş Cafe & Bar’dan arkadaşları ile birlikte ayrılarak parkın açık bir alanına gelerek kendilerini çimenlerin üzerine atıvermişlerdi. Daha önceden şarj olan telefonuna bakınıyordu. Arkadaşlarından gelen mesajlar, cevapsız çağrılarla doluydu. Belli ki telefon kapalıyken şarj etmiş ve telefonunu oturduğu çimenlikte yeni açmıştı. Gül, çok geçmeden hemen Umut’u aradığında arkadaşları salondaki koltuklara oturmuş bir vaziyette ellerinde kahve ve çay fincanları varken, izmaritlerle dolmuş kül tablasının içinde yanan sigaralar öylece duruyordu. Koyu bir sohbete dalmışlar. Ve yaşanan ‘DEMOKRASİ HUZUR PARK’I EYLEMLERİNİ’ kendi aralarında hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. Kendilerini sohbete o kadar çok kaptırmışlardı ki peş peşe çalan telefonlarını bile işitmiyorlardı. Neredeyse beş altı dakika telefonları susmak bilmemişti. Telefonun biri mutfak masasının üzerinde çalarken bir diğeri de oturdukları koltuğun bir yerlerinde çalıyordu.

“Oğlum galiba telefonun çalıyor.” dedi Özgür.

“Hani, nerede? Evet, çalıyor da nerde bu telefon? Hah! işte burada! Koltuk ile yastık arasına sıkışmış gene! Tabi ki telefonun sesini duymayız. Kendi kendine yine telefonun sesi kısılmış!”

“Ah dostum, yine mi aynı muhabbet! Değiştir artık şu telefonu!”

“He ya! Hiç sorma!”

Ve heyecanla, “Dur biraz! Gül, epey bir aramış!”

Umut, geri dönerek Gül’ü aradığında şöyle bir ses işitti kulağında:

“Oğlum neredesin ya?”

“Asıl sen neredeydin?” dedi Umut. “Uzun bir süre seni aradım ama bir türlü sana ulaşamadım. İyi misin?”

“İyiyim, iyiyim!” dedi Gül. Telaşla Umut:

“Şu anda neredesin?”

“Huzur Park’tayız. Yasemin de yanımda ve senin tanımadığın arkadaşlar falan var işte!”

Bu sözlerin ardından Umut oturduğu koltuktan bir anda fırlayarak endişeyle tekrar arkadaşına iyi olup olmadığını sorduğunda aldığı yanıt yine aynı olmuştu.

“Tamam, biz de hemen geliyoruz.” demesinin ardından telefonu kapattı. Özgür merakla:

“Oğlum, ne oldu, söylesene!” dedi. 

“Haydi, kalk gidiyoruz. Kızlar Huzur Park’ndaymış ve eylemlere katılmışlar. Ama Yasemin Gül’ün yanına yeni gelmiş. Polis müdahalesinin çok sert olduğunu söyledi. Yani düşündüğümüzden daha fazla! Gül biraz gaz yutmuş ama iyi olduğunu söyledi. Haydi, oyalanmayalım ve hemen çıkalım.” Özgür endişeyle:

“Ah, Tanrım! Şu kızın yaptığına bir bak? Tamam tamam! Çıkalım hadi!” dedi.

Üstlerini değiştirip hemen evden çıktılar. Yaklaşık yirmi dakikada Demokrasi Meydanı'na ulaştılar. Kültür Caddesi'nin girişinden Huzur Park'ı direkt olarak gören meydandaki yoldan parka doğru hızlı adımlarla ilerlediler. Huzur Park’a girdiklerinde protestocu gençlerin coşkusuyla karşılaştılar.

Ve az ötede, çok değil yaklaşık beş-altı yüz metre uzaklıktaki sokak lambaların ön plana çıkardığı bir karartı, boylu boyunca uzanan büyük bir gölge vardı. Bu gölge o kadar karanlıktı ki gençlerin kalplerine korku saran karmaşık duygular uyandıran bir endişe taşıyordu. Amirlerinden bekledikleri emir henüz gelmemişti. Bekleyişleri sürdükçe yüzlerindeki korkunç ifade daha da ürpertici bir hal alıyordu. Gençlerin ne kadar cesaretli olduklarını gösteren dik duruşları olsa da gençlerin kafasını gözünü kırmayı arzulayan hükümetin seçkin askerleri peşlerindeydi.

Oysa gençlerin ellerinde kitapları, kalplerinde ise umuttan başka bir şey yoktu. Umut ile Özgür coşkulu kalabalığın içinde ilerlerken kendilerini coşkunun ritmine kapılmamak için kendi iradeleri ile savaşıyorlardı adeta. Ama önce kızları bulmalıydılar.

Özgür kısa bir telefon görüşmesinin ardından:

“Haydi, bu taraftan!” dedi.

Huzur Park boyunca uzanan geniş yolun neredeyse ortasındaki çalılar ve çimenler yığınından aşağı indiler. Sağında ve solunda seyrek ağaçlar etrafını sarmış gibiydi. Az ötede belli aralıkta kurulmuş çadırların etrafında gruplar halinde oturan insanlar vardı. Kimileri aralarında sohbet ederken kimileri de sloganlar atıyordu. Adını taşıyan Huzur Park’ta, huzurdan çok gergin bir ortam ve endişeli bir bekleyiş olduğunu anlamak o kadar da zor değildi. Umut, sonunda kırmızı ve beyaz tonlarında iki farklı desen rengi olan çadırın etrafında toplanan grubun içinde Yasemin ile Gül’ü oturur vaziyette gördü. Hemen o çadıra doğru yöneldiler.

Kızlar arkadaşlarına sevinç yumağına dönmüş vaziyette birbirlerine sarılmalarının ardından Özgür ve Umut çadırın etrafında oturan diğer gençlerle tanışıp, ayaküstü kısa bir sohbete tutulmuşlardı. Yasemin, her zamanki gibi oldukça şık görünüyordu. Sanki Huzur Park eylemlerinde değil de bir partiye hazırlanmış gibi bir hali vardı. Yeni tazelenmiş makyajıyla harika görünüyordu doğrusu…

İlerleyen saatlerde yeni tazelenmiş makyajın sonunun ne olacağını kestirmek pek de güç değildi. Gece karanlığında bile Gül’ün gömleğindeki kir lekeleri belli oluyordu. Ancak öğle vakti yaşadığı korkunç olayları biraz olsun üstünden atmış ve daha derli toplu görünüyordu. Kaygılı gözlerinin yanı sıra yoğun biber gazına maruz kalan gözlerindeki kızarıklık oldukça belirgindi. Umut ile Özgür’ün gözlerinden bu durum kaçmamıştı. Bunun üzerine bir söz etmemişlerdi. Fakat her ikisinin de aklından geçen düşünceler Işık Ve Aydınlık Partisi (IAP) İktidarının hiçbir masraftan kaçmadıkları yönündeydi. Yaşanan olaylar hakkında gece yarısına kadar süren hararetli sohbetlerin ardından Umut’un geçen yaz Antiocheia kentinde kamp yaptığı koyu yeşil renkli çadırını da getirmişti. Çok geçmeden iki ağacın bitiştiği bölgedeki düzlüğün önüne dört kişilik geniş çadırı kurdular. Kızlar da hemen dinlenmeye çekilmişlerdi. O sırada çadıra yakın bir yerde Özgür ile Umut çimenliklerin üzerinde oturmuş vaziyette birer sigara yakarak öylece havadan sudan konuşuyorlardı.

Neredeyse şafak vaktiydi. Birçok genç parklarda kurulan çadırlarda uyuyordu. Birçoğu da etrafta gruplar halinde bir yerlerde ya oturup çay kahve içiyorlardı ya da parkta yürüyüş yapıyorlardı. Sabahın ilk dakikalarında hava serindi. Gün ışığının ilk saatlerinde ise İki Kıtalı Şehir halkının orada burada koşturmaya başladıkları saatlerdi. İnsanlar belediye otobüslerine, minibüslere hıncahınç dolmuş bir haldeyken işyerlerine yetişme çabasındaydı. İki Kıtalı Şehir, öyle medeni öyle çağdaş bir şehirdi ki minibüs ve otobüs şoförleri utanmasalar insanları bagaja bile doldurmayı düşünebilecek bir pratik zekâya sahiptiler. Aslında bu durum kamyonun arkasına toplu halde tıkıştırılan çiftlik hayvanlarının bir yerden yere seyahat etmelerine benzetilmesi olarak düşünülebilir. İşte sabahın o saatlerinde, insanlar telaşla şehrin farklı bölgelerinde zengin patronlarının refah düzeyini daha iyi hale getirebilmek için var güçleriyle çalıştıkları iş yerlerine telaşla koşturuyorlardı. Koca nüfuslu bir şehirde birkaç patronu doyurabilmek kolay iş değildi doğrusu! Bunu birileri yapmalıydı. Şehrin farklı bir yerinde yani Demokrasi Meydanı’ndaki Huzur Park’ta işler daha da karmaşık bir haldeydi.

Orantılı Çelik Kuvvet Polislerine ikinci müdahale emri sonunda gelmişti. Ancak direnişçi gençleri kötü bir sürpriz bekliyordu. Daha önce Halk Direniş Şehir Tankı, Başşehir Angora Cumhuriyet Meydanı’ndaki karşıt görüşlü aşağılık eylemcilerine karşı test sürüşlerinde büyük başarılara imza atarak birçok otorite tarafından takdir toplamıştı. Çok değil bundan yaklaşık 15-20 gün önce anlamsız İşçi Bayramı’nda bu araçlar sahaya sürülmüştü. Bu zırhlı araç tam bir baş belası olacağına dair daha ilk meydanlarda görüldüğünde insanların zihinlerine adeta kazınmıştı. Halk Direniş Şehir Tankı Demokrasi Meydanı’nın stratejik noktalarına konumlanmış bir halde gençleri bekliyordu. Biri Cumhuriyet Anıtı ile Özgürlük Caddesi’nin arasında konumlanmış bir vaziyette sanki ağını örmüş ve sessizce avını bekleyen örümcek misali öylece bekliyordu. Bir diğeri de Huzur Park’ın ana girişindeki büyük otellerin bulunduğu alandaki iki cadde arasında kalan bir yerde konumlanmıştı. Çadırlarda uyuyan, etrafta oturan ve gezinen gençler polis hoparlöründen yapılan sert ve şok bir anonsla gözlerini açmıştı.

“Dikkat, dikkat!”

“Derhal parkı boşaltın!”

“Derhal parkı boşaltın!”

“Bu son uyarıdır.”

Çok değil, az değil, tam olması gerektiği kadar bir uyarıda bulunulmuştu. Burada önemli olan nokta tepkilerin üzerini kapatmak için sadece bir uyarıda bulunmaktı. Bu anonsun son bir kez daha tekrar edilmesinin ardından Orantılı Çelik Kuvvetleri vakit kaybetmeden harekete geçerek parkta kurulmuş olan çadırların bulunduğu bölgeye ve toplu halde duran insanların üzerlerine birkaç tane biber gazı fişeklerini göndermişti. Çoğu insan hâlâ çadırlarda uyuyordu. Bazıları da çadırlarından çıkıp çıkmamak arasında kalan bir uyku sersemliği halindeydi. Sabahın ilk ışıklarında gelen bu beklenmedik saldırının etkisiyle etrafı dumanlarla sarılan insanlar panik halinde sağa sola kaçışmaya başladılar. Göz gözü görmeyen dumanların içinden cop sesleri işitiliyordu. Çığlıklar ve bağrışmalar, bozuk enstrümanların çıkardıkları kulakları tırmalayan rahatsız edici bir sesti. Genç kadınların ve erkeklerin yüzlerinde, omuzlarında, karınlarında, bacaklarında patlayan copların iniltileri Huzur Park’ın her yerinden işitiliyor gibiydi. Toprak zeminde saçlarından tutulup yerde sürüklenen genç kızlar, yere kapanan genç erkeklerin karınlarına, yüzlerine nereden geldiği belli olmayan tekmelerin, yumrukların acısı her yerden işitiliyordu. Demokrasi Meydanı’ndaki Cumhuriyet Anıtı’na ve Huzur Park’ın ana girişine doğru yani büyük otellerin bulunduğu caddeye iki zıt yöne doğru kaçışan insanları Halk Direniş Şehir Tankları karşılamışlardı. Bu zırhlı araçlardan insanların üzerine püskürtülen basınçlı suyun etkisiyle genç bedenler taş kaldırımlarının üzerinde metrelerce uzaklığa savruluyorlardı. Halk Direniş Şehir Tankları iki ayrı koldan direnişçi gençleri sıkıştırmışlardı. Parkın çevresi tamamen Orantılı Çelik Kuvvet Polisleri tarafından kuşatılmıştı. Her yer polis güçleri ile kaynıyordu. Demokrasi Meydanı’nda konumlanmış olan Halk Direniş Şehir Tankından kaçışan insanlar Cumhuriyet Anıtı’nın yakınlarında bulunan Metro’nun içine sığınmışlardı. Ancak bu büyük bir hataydı. Çünkü Polis kuvvetleri Metro’nun içine de biber gaz fişeklerini atmaktan kaçınmamışlardı. Bir an bile tereddüt etmediler. Belki de insanlar Orantılı Polis Teşkilatı’nın bu kadar vahşi, gaddar ve acımasız olabileceklerini düşünmemişlerdi. Demokrasi Meydanı’nın üzerini tamamen duman kaplanmıştı. Bu utanç sadece metrelerce yükseklikte uçan polis helikopterlerinin içinden görülebiliyordu.

Bu arbedenin başladığı ilk anda yani polislerin ilk müdahalesinde Umut ve Özgür soğukkanlılıklarını koruyarak önce kızları hemen çadırdan çıkardılar. Zaten ayakta ve uyumuyorlardı. İlk atılan biber gazı kapsülleri şans eseri bulundukları bölgenin biraz uzağına düşmüştü. Ancak bazıları o kadar da şanslı değildi. Ve duman çok fazla yayılmadan hemen ellerine geçirdikleri bez parçalarıyla ağızlarını ve burunlarını kapatacak şekilde örterek, kızların kollarından tuttukları gibi koşarak meydandaki Cumhuriyet Anıtı’nın karşısındaki Barış Caddesi’ne doğru var güçleriyle koştular. Polislerin sert müdahalesi esnasında bu eylemi gerçekleştirebilen insanlar biber gazına en az maruz kalan kesim olmuştu. Barış Caddesi’nin aşağılarına doğru uzun bir süre koşmalarının ardından nefes nefese kalmışlardı. Fakat Demokrasi Meydanı’ndan da epey bir uzaklaşmışlardı. Ancak etrafta hâlâ tek tük dolaşan polisler vardı. Özgür’ün yüzü ve gözleri kıpkırmızı olmuş bir haldeyken kısa süreliğine sokağın ortasında duraksadı. Kalbi her zamankinden daha hızlı atıyordu. Bu hızlı atan kalp atışlarının etkisi sokakta ya da herhangi bir yerde harika esmer, sarışın bir kadın görmenin etkisi değildi. Aksine bu kalp ritimlerini tetikleyen şey, korku ve endişeydi. İki elini iki diz kapaklarına doğru götürerek bedeni ayaklarına doğru eğilmiş durumdayken biraz olsun soluklanmaya çalışıyor ve zar zor nefes alıyordu. Arkadaşlarının öksürük sesleri ile kulağı çınlıyordu. Evet, diğerlerinin de Özgür’den bir farkı yoktu aslında. Bu berbat duruma düşmenin etkisi uzun bir süre koşmaktan çok, maruz kaldıkları lanet olası biber gazının etkisiydi bu!

Aslında bu biber gazı akşam vaktinde Ramazan sofralarında görülen alışagelmiş acı biberden fazlasıydı. Etkisi acı vericiydi. Acı biberden pek hoşlanmayan bir bireyin katlanamayacağı berbatlıkta bir şeydi.   

Biraz kendini toparladığında:

“Arkadaşlar, iyi misiniz?” diye sordu Özgür… Kızlar, korku dolu bakan gözlerle ve alçak sesle zar zor konuşarak “evet” cevabını vermişlerdi. 

Umut ise sessizliğini koruyarak bir şey demedi. Sadece boş gözlerle arkadaşlarına bakmakla yetindi. Ama aklındaki tek şey buradan olabildiğince uzaklaşmaktı. Çünkü Işık Ve Aydınlık Partisi (IAP) iktidarı tarlaları istila eden zararlı gördükleri haşerelerden tamamen kurtulmak istiyorlardı. Kararlıydılar ve bunun geri dönüşü olamazdı. Ve çok geçmeden ilaçlamaya en çok sevdikleri tarladan başlamışlardı. Hayallerini kurdukları gençlik bu değildi. Her bir düdükte toplu halde namaza giden bir gençliği düşlüyorlardı. Ancak bu gençlik, bir önceki gençlik gibi tekerlere çomak sokan genç bireylerden oluşuyordu. Bu beklenmedik durum onları büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Derinlerden gelen öfke ve şiddetin asıl nedeni buydu.

Hemen kaldırımdan sokağın kenarına yürüdü. Yanından geçen ambulanslardan ve polis araçlarından gelen sık sık siren sesleri arasında onlara doğru gelen bir taksiyi çevirdi. Bu sefer ilk denemede bir taksi çevirmeyi başarmıştı. Hemen taksiye doluştular ama araçta hiç konuşmadan çok kısa süren yolculuklarını tamamlayarak taksiden indiler. Umut:

“Hadi, arkadaşlar gelin sahildeki çay bahçesine gidelim. Burada biraz olsun soluklanabiliriz.” dedi; arkadaşları da hep bir ağızdan, “Tamam!” dediler.

Denize doğru bakan kare şeklindeki bir masanın etrafında bulunan küçük taburelere oturdular. Çay ve su siparişlerini verdiler. Ancak düşünceli ve durgun halleri gözlerinden okunabiliyordu. Hâlâ yaşadıkları polis vahşetini üzerlerinden atamamışlardı.

Bu sırada Demokrasi Meydanı’ndaki Huzur Park’ın çevresi tamamen polis güçlerinin kontrolüne geçmişti. Huzur Park’taki gençler ve eylemlere katılan insanların birçoğu gözaltına alınmış, birçok kişi de sert polis müdahaleleri karşısında ağır bir şekilde yaralanarak çevre hastanelere kaldırılmıştı.

İki Kıtalı Şehir Devlet hastanesinin acil servisleri her zamankinden daha kalabalıktı. Kimilerinin kafasından oluk oluk kanlar akıyor. Kimilerinin de bedenlerin çeşitli yerlerinde yanık izleri, morluklar ilk göze çarpan yaralanmalardı. Genç bedenlerde copların bırakmış olduğu izler adeta polis hatırasının getirdiği harika görünümlü kalıcı dövmeler gibiydi. Dövme sezonu bu yıl erken başlamıştı. Çeşitli polis copu desenli harika dövmeler bu yazın vazgeçilmez trendi olacak gibi görünüyordu. Aslında bu devlet otoritesine başkaldıran insanların önce döve döve kafası gözü kırılıyor ardından şefkatle devlet hastanelerinde tedavi ediyordu. Bu da devlet anlayışının birçok yüzlerinden biri olan gazap ve şefkat gibi zıt kavramların gün yüzüne çıktığı eylemler neticesinde devletin iki farklı yüzünü gösteren bir olguydu.

İnsanlar bir önceki gün gibi gruplar halinde Demokrasi Meydanı’ndaki farklı sokaklara, caddelere dağılmıştı. Her bir grup protestolarına devam ediyor ve sokaklardan birçok farklı slogan işitiliyordu. En yaygın olanı ise şöyleydi:     

       

“IAP hükümeti istifa!”

“IAP hükümeti istifa!’

 

“Büyük Önder istifa!”

“Büyük Önder istifa!”

 

Demokrasi Meydanı’na yakın sokaklarda, caddelerde istifa sesleri işitiliyordu işitilmesine de bu slogan anlamsız ve gülünç bir slogandı. Yarımada Cumhuriyeti siyasi tarihine bakıldığında başarısızlığı nedeniyle istifa eden bir politikacı bugüne kadar görülmüş duyulmuş bir şey değildi. İstifa kelimesi Yarımada halkının bilmediği anlamlandıramadığı bir kelimeydi. Çünkü her birey kendine göre zaten hep başarılıydı. Bu coğrafyada yaşayan çok az insan istifa kelimesini idrak edebilecek kabiliyete sahipti. IAP İktidarından önceki yönetimlerde istifa eden politikacılar halkın protestolarından dolayı istifa etmeleri zaten mümkün değildi. İstifa eylemi daima zorunluluktan meydana gelen bir olgu olduğu defalarca deneyimlenmişti. Ya kurulan düzenin bir parçası olamadığından dolayı istifa etmek zorunda kalıyorlardı. Ya da kurulan düzenin içinde yeterli başarıya ulaşamayıp, istifaya zorlanarak çok sevdikleri koltuklarını bırakmaları sağlanıyordu. Dolayısıyla istifa kelimesi anlamsızdı. Ancak gençler sizi istemiyoruz demenin en basit yolunun bu kelimeden geçtiğini biliyorlardı. En azından gençlerin aklından geçen bu protesto şekli Anayasaya göre yasal gibi görünüyordu. Zaman ilerliyor insanlar Demokrasi Meydanı’na akın ediyordu. sosyal medyada görülen son polis vahşetini yansıyan video görüntülerinin ardından sokaklar ve caddeler her zamankinden daha da kalabalıklaşmıştı.  

Buna paralel olarak polis güçleri de artıyordu.  Protestolar sadece Demokrasi Meydanı’na değil, aynı zamanda İki Kıtalı Şehir’in birçok semtine sıçramıştı. Bununla birlikte Başşehir Angora Cumhuriyet Meydanı’nda da insanlar toplanmaya başlamış ve geçen her saatte protestocular kalabalıklaşıyorlardı. Başşehir Angora’da protestoculara karşı Orantılı Çelik Kuvvet Polisleri her an müdahale edecek vaziyette bekliyorlardı. Ve kaçınılmaz son gerçekleşmişti. Başşehir Angora’da polis güçlerinin müdahalesi İki Kıtalı Şehir’de yapılan polis müdahalelerine göre daha sert olmuştu. Çünkü Önder’in Başşehrinde başkaldırmaya kim cüret edebilirdi ki burası Önder’in ikinci kutsal toprakları olduğu belirgindi.

Aynı zaman diliminde Demokrasi Meydanı’ndaki faklı sokaklardaki, caddelerdeki insanlar birleşerek Özgürlük Caddesi’nde buluşarak insan seli haline gelmişti. Protestolarla, sloganlarla Demokrasi Meydanı’na ilerlemeye çalışıyorlardı. Karşılarında ise öfkeli polisler vardı. Çatışmalar her zamankinden daha sert geçiyordu. Her yer biber gazının berbat kokusu yayılmıştı. Ancak birçok genç bu sefer hazırlıklı gelmişti. Yanlarına aldıkları gaz maskelerini ve limonlarını getirmişlerdi. Limon, biber gazına iyi geliyordu. Sanki doğal antibiyotik etkisi yaratıyormuş gibi hissediliyordu. Koşullar biraz olsun eşitlenmiş gibi görünse de karşılarında IAP İktidarının seçkin askerleri vardı. Gaz maskelerini takmış bir halde protestolarına ve mücadeleye devam ediyorlardı. Ama baş belası Halk Direniş Şehir Tankı dengeleri altüst ediyordu. Bunun için yapabilecek bir şey yoktu. Kaçmaktan başka yapacak hiçbir şey yoktu. Zaten de öyle yapıyorlardı. Başşehir Angora Cumhuriyet Meydanı’nda da benzer çatışmalar ve protestolar sürüyordu. Tam bu sırada Büyük Önder’den bir açıklama gelmişti. İki Kıtalı Şehir’in farklı bir semtinde büyük projelerinden biri olan ‘Büyük Köprü’ projesinin açılış töreninde yeşil kurdeleyi kesmesinin ardından kısa ve öz konuşmuştu.

“Büyük köprü projemiz halkımıza hayırlı uğurlu olsun.” Ve sözlerine şöyle devam etti:

“Ne yaparsanız yapın. Ben, bu projenin kararını verdim. Huzur Park’ı yıkacağım. Ve ‘BÜYÜK KALDIRIMLAŞMA PROJESİ’ni mutlaka gerçekleştireceğim.”

Neredeyse hava kararmıştı. Özgürlük Caddesi’ndeki kalabalığın içinde Umut, Özgür, Yasemin ve Gül de vardı. Bir iki saat öncesinde bu kalabalığın içine karışmışlardı. Sahilde biraz olsun kendilerini toparlamış gibi görünüyorlardı. Bir an bile düşünmeden Özgürlük Caddesi’ne kendilerini attılar ve sonuna kadar direneceklerdi. Başşehir Angora’da İki Kıtalı Şehir’in farklı semtlerinde protesto yürüyüşleri yapan insanların ve Özgürlük Caddesi’nde toplanan büyük kalabalığı oluşturan halkın coşkusu inanılmazdı. Bu özlem duyulan halkın güçlü sesiydi. Dudaklardan çıkan tek bir slogan işitilirken, yüreklerde ise bambaşka bir duygu selinin içinde kenetlenerek tek bir şeyin etrafında toplanmış gibi görülüyordu. 

Umut!

 

“Her yer demokrasi, her yer polis!”

“Her yer direniş, her yer özgürlük!”

 



BEŞİNCİ BÖLÜM 
‘’ROBOCOPS’’ AMANSIZ DİRENİŞİ




D

emokrasi Huzur Park eylemleri, Yarımada Cumhuriyeti’nin başta İki Kıtalı Şehri ve Başşehir Angora olmak üzere ülkenin birçok önemli kentinde direnişler sürüyordu. Çatışmaların şiddeti her geçen gün, her geçen saat daha da artıyordu. Polis güçlerinin orantılı saldırılarına karşıt gençler hiç kimsenin beklemediği bir şekilde yanıt vermişti. Polislerin orantılı güç kullanılmasına karşıt orantılı mizah anlayışını geliştirmişlerdi. Terazinin iki ayrı kefesinin bir tarafında polis copları, polis kalkanları, biber ve portakal gaz kapsülleri, plastik kurşunları ve Halk Direniş Şehir Tankları varken, diğer kefede güller, karanfiller, gitarlar, kitaplar ve müthiş bir espri anlayışı vardı. Ortak paydada buluşamadıkları tek şey özgürlüktü. Bu mizah anlayışı polislerin öfkesini daha da artırırken Işık Ve Aydınlık Partisi (IAP) iktidarı ve Büyük Önder ise şaşkındı. Bu durum beklemedikleri bir şeydi. Onların beklentisi gençlerin şehirleri yıkıp tarumar etmesi yönündeydi. Kaosla beslenen bir iktidar, anlamlandıramadıkları eylemler karşında çaresiz kalmışlardı. Dolayısıyla öfke ve şiddetin dozu arttıkça artıyordu. Demokrasi Huzur Park Eylemleri, çevreci gençlerin başlattığı protestolarda bir park veyahut birkaç ağacın kesilmesi meselesinin ötesine geçmişti. Bu eylemler uzun yıllardır süregelmiş baskıya verilen reaksiyonun şiddetli patlamasıydı. Olağan çevreci protesto eylemlerinin dışına çıkılarak halkın özgürlük mücadelesine dönüşmüştü. Bu eylemler ülkenin önemli büyük şehirleri olan Smyrna şehrine, Dorylaiun şehrine, Antiocheia şehrine, Kizzuvatna şehrine, Astakoz şehrine, Arzava şehrine, Antiohya şehrine, Tokonion şehrine, Mamiki şehrine, Dardanelles ve Amid şehirlerine sıçrayarak Yarımada halkı özgürlükleri için direniyorlardı.

­­­

Yarımada Cumhuriyeti’nin birçok kentinde çatışmalar ve gerginlik hat safhada iken, Yeşil Saray’da daha da gergin bir ortam vardı. Büyük Önder, Başdanışman Ferit ve birkaç danışmanıyla birlikte toplantı halinde durum değerlendirmesi yapıyorlardı. Büyük Önder peş peşe uzun telefon görüşmelerinin ardından Başdanışman Ferit’e dönerek şöyle dedi:

“Bu iş ahmak çevrecilerin birkaç ağaç sevdasının ötesine geçti. Halk tamamen ayaklandı ayaklanacak. Üstelik yapılan eylemler benim düşündüğümden daha farklı eylemlere taşıdılar. Protestolarını tamamen mizah yoluyla yapıyorlar. Sanki şakayla karışık benimle kafa buluyorlar. Sizce nasıl önlemler almalıyız?” Danışmanlarından biri:

“Efendim, tespit ettiğimiz eylemcilere ödemeyecekleri miktarlarda tazminat davası açalım.” dedi. Büyük Önder tüm

Öfkesiyle:

“Seni ahmak!” dedi. “Hangi birine tazminat davası açacağız? Manyak mısın oğlum sen? Aptalca konuşup, benim canımı sıkma!”

Danışmanın sözlerinin üzerine Önder uzun süre bağırdı çağırdı. Bu sırada her zamanki gibi Ferit ve diğer danışmanların başı öne düşmüştü.

Büyük Önder’in bir diğer özelliği de öfkelenince dudaklarından dökülen sözleri kestirmek güçtü. Bunun nedeni, sokak lehçesiyle konuşması ve ağzının çok bozuk olmasıydı. İster kapalı kapılar ardında olsun, ister basına yaptığı açıklamalarda olsun ya da ister tüm kamuoyunun önünde olsun, hiç fark etmez. Bir devlet yöneticisinin ağzına yakışmayacak çirkin söylemler ve aşağılayıcı sözler işitmek, Yarımada halkının sıklıkla duyduğu olağan sözlerdi.       

Büyük Önder’in biraz sakinleştiğini düşündükleri sırada danışmanlarından bir diğeri, biraz çekinerek ve alçak sesle,

“Bir şey söyleyebilir miyim?” dedi.

“Ne? Ne söyleyeceksen söyle hadi! Daha ne bekliyorsun?” dedi Önder sert bir ifadeyle…

“Efendim, halk iyice ayaklandı. Bunun sonu iyi görünmüyor. Bence biraz geri adım atmalıyız. Ve ortamı yumuşatmamız lazım.”

“Ben mi geri adım atacağım. Onlar kim oluyorlar ki benim otoritemi sorguluyorlar. O proje gerçekleşecek.”

“Tamam mı? Hey! Beni duyuyor musun?” diyerek oturduğu masanın üzerine sertçe vurdu ve masanın üzerindeki telefonu alıp Başdanışman Ferit’in üzerine fırlatarak şöyle dedi:

 “Hemen Vali Sadık’ı ara ve telefonu tekrar bana ver.”

Başdanışman Ferit bir söz etmeden söyleneni yaptı. İki Kıtalı Şehir Valisi Sadık’ı aradı ve telefonu Önder’e uzattı.

“Ben, seni o koltuğa boşuna mı oturttum lan!”

“Ne oldu Efendim?”

“Daha ne olacak? Demokrasi Meydanı’ndaki eylemleri hâlâ bastıramadınız. Üç beş ergenle baş edemediniz. Olaylar iyice işin içinden çıkılmaz bir hal aldı. Sen de orada boş boş oturuyorsun öyle!”

“Efendim, polis güçlerimiz elinden geleni yapıyor. Ancak halk, hiç olmadığı kadar kararlı görünüyor.”

“Sadık, üç beş ergene halk diye hitap etmekten vazgeç ve benim canımı daha fazla sıkma! Ne halkı ya? Bunlar şehir eşkıyaları! Eylemleri bastıramadığınıza göre demek ki polis güçleri ellerinden geleni yapmıyorlar.”

“Derhal Emniyet Müdürü Savaş’ı ara ve daha sert tedbirler alsın. Kesinlikle geri adım atmak yok. İki Kıtalı Şehir eylemlerini kontrol altına alırsak diğer şehirlerdeki eylemler de kendiliğinden sonlanacaktır.”

“Tamam tamam, efendim! Anlıyorum! Derhal, en sert tedbirleri alacağız.”

“İyi tamam o zaman! Pekâlâ, aferin aferin!” diyerek Önder telefonu kapattı.

­­­

Bu sırada Umut ve arkadaşları Demokrasi Meydanı’ndaki Özgürlük Caddesi’ndeki büyük topluğun içine karışarak zaman zaman Orantılı Çelik Kuvvet Polislerin sert müdahalelerine rağmen protestolarına devam ediyorlardı. Polis güçlerinin müdahalelerinde insanlar geri çekilerek Özgürlük Caddesi’nin ara sokaklarına dağılıyor fakat bir süre sonra ana cadde de tekrar birleşiyorlardı. Böylelikle polis güçleri direnişçileri Demokrasi Meydanı’ndan iyice uzaklaştırmıştı. Meydanda hiçbir sivilin bulunmasına izin verilmiyordu. Polisler her yerdeydi. Eylemci olmamasına rağmen yanlışlıkla yolu Demokrasi Meydanı’na düşen herkese olağan şüpheli gözüyle bakılıyordu. Polislerin radarına yakalanan tek tük çevrede dolaşan insanlar bile tekme tokat dövülerek gözaltına alınıyordu. Bu hususta RoboCobs’un tek kriteri vardı: İnsanların genç bir bedene sahip olmaları yeterli sebepti. Kategorize edilen bu insanların eylemlerinden çok dış görünüşlerine göre yargılanıyor ve sokak ortasında cezalandırılıyordu. RoboCobs'un zihninde resmedilen yağmacı profili açıktı.

Yarımada Cumhuriyeti bir sis perdesinin içinde adeta boğularak çırpınıyordu. Kaos tamamen tüm şehirleri kuşatmıştı. Başta İki kıtalı Şehir olmak üzere ülkenin birçok kentinde gözyaşı ve umutsuzluk kaplamıştı. Sadece bu kaosun içinde gençler soğukkanlılıklarını koruyarak eylemlere mizah yönünü katarak, halkın korkularından arındırarak özgürlük kavramı altında birleştirmişlerdi. Gençlerin özgürlük çağrısında ülkenin birçok kesiminden bir yanıt gelmişti. Huzur Dayanışma Platformundaki işadamları, Vatandaş Hizmet Partisi (VHP) Vekilleri, sanatçılar, gazeteci ve yazarlar, hukukçular, öğrenci toplulukları, ihtiyarlar, anneler, babalar, kadınlar, erkekler ve göz önünde pek de görünmeyen RedLion hacker grubu gibi birçok topluluk Demokrasi Huzur Park Eylemlerinde özgürlükler için direniyorlardı. Kendilerini RedLion hacker grubu diye tanımlayan bu kişilerin gölgelerin ardından yapmış oldukları eylemler oldukça sarsıcıydı. IAP iktidarı güç bela gençlerin mizah anlayışıyla boğuşurken, bu da yetmezmiş gibi bir de devlet kurumlarının içindeki koridorlarda hayaletler ve otlaklar belirmişti. Tüm korkularına rağmen kararlıydılar. Toplumun her bir kesimi büyük projelerin altında yapılan sömürgecilik anlayışına karşı Büyük Önder’e başkaldırılmıştı. Aşağılık muhaliflerin, düşündüklerinden daha fazla olduğu görünüyordu. Görsel ve yazılı basının bütünü oluşturan Yoldaş Medya Grubu ise halka yüz çevirerek Büyük Önder’in yanında yer alarak dostluklarını pekiştirmişlerdi. Ancak pratikte gençler için bu bir sorun değildi. Bu probleme çözüm üretmekte pek de zorlanmamışlardı.

Günler günleri, saatler saatleri kovarlarken, polisler de direnişçi gençleri kovalıyordu. Çatışmaların dozu akşam saatlerinde daha da artmıştı. Gerilim her zamanki gibi hat safhadaydı. İnternet, Orantılı Çelik Kuvvet Polislerinin acımazlığını gösteren videolarla kaynıyordu. Özgürlük Caddesi’nin bir köşesinde sıkıştırılan bir genci yerde tekmeleniyordu. Caddenin farklı bir yerinde ise sokağın soğuk taş zemini üzerine yerde yatan bir diğer gencin polis kalkanları ile çevresi tamamen kapatılarak kameralara karşı yakalanmamak için bir çaba içine girmişlerdi. Boğucu polis kaskların içinde akıllarına gelen ilk düşünce buydu. Tüm RoboCop'larda olduğu gibi, fabrikadan çıkan bu yeni ürün de düşünmeye programlanmış bir zekaya sahip değildi. Kendilerine göre böyle bir yöntem geliştirmişlerdi. Ancak bu yöntem zekâdan çok bir acımasızlık eylemiydi. Taş zemin üzerinde öylece yatan genci çember içine alarak, etrafını saran polislere acı içindeki gencin tüm yalvarışlarına rağmen bazı polisler aldırmadan acımasızca karnına, yüzüne tekmelerini indirirken, diğerleri de gence bakarak yüzlerindeki alaycı gülümseme beliriyordu. Yani tekmelerin nereye denk geldiğinin bir önemi yoktu. Tekmeler gencin yüzüne, karnına inmiş fark etmiyordu. Başşehir Angora Cumhuriyet Meydanı’ndaki bir köşesinde konservatuar öğrencilerin barışçıl sanatsal protesto gösterilerinde polisler bu gençlere de acımadılar. İçlerinde bazıları geleceğin balerinleri olan gençlerin özellikle bacakları kırılarak hastanelik ediliyordu. Sosyal medya bu gibi görüntülerle çalkalanıyordu. Acı haberler kaçınılmaz görünüyordu. İlk acı haber İki Kıtalı Şehir TEM otoyolunda yaşanmıştı. Protesto yürüyüşü yapan bir grubun üzerine tanımlanamayan bir otomobilin kalabalığın içine aracını kasten sürerek Alpaslan adlı bir gence tereddüt bile etmeden tüm öfkesiyle çarparak genç bir insanın hayatını oracıkta, tem otoyolunda alıyordu. Smyrna Şehri’ndeki Selamet Meydanı’nda protesto gösterileri sırasında Cihan adlı gencin polisin attığı gaz fişeğinin başına isabet etmesi sonuncunda cansız bedeni sert kaldırım taşlarının üzerine düşüyordu. Ölüm haberleri peş peşe geliyordu. Polisler artık gaz fişeklerini hedef seçerek kasten nişan alarak ateşliyorlardı. Copların, Halk Direniş Şehir Tanklarından direnişçilerin üzerine fışkırtılan basınçlı suyun yetersiz kaldığını düşünen Orantılı Çevik Kuvvet Polisleri plastik kurşunları kullanmaktan çekinmiyorlardı. İki Kıtalı Şehir ve Başşehir Angora’daki Devlet Hastaneleri ağır bir şekilde yaralanan, gözlerini kaybederek kör olan Yarımada vatandaşları ile dolup taşmıştı. Hastanelerin yoğunluğu her gün değil her saat artıyordu.

Hava iyiden iyiye kararmıştı. Eylemlerde oldukça güçsüz düşen Umut ve arkadaşları çareyi Özgürlük Caddesi’nin ara sokaklarından birinde yer alan bir bara kendilerini atmakla buldular. Her zaman takıldıkları Ayyaş Cafe & Bar’a gitmeleri mümkün gözükmüyordu. Çünkü bar Demokrasi Meydanı’na yakın bir bölgede yer alıyordu. Bu bölge de çatışmaların en yoğun yaşandığı alandı. Polislerle birebir çatışmaktan kaçınıyorlardı. Ama protestolarından da geri durmuyorlardı. Buradaki asıl gaye polislerle çatışmak değildi. Özgür bir birey olduklarını Işık Ve Aydınlık Partisi (IAP) iktidarına hatırlatmaktı. Dolayısıyla Huzur Park, Büyük Önder’in kişisel mülkü değil halka aitti. Halkın beton binaların arasında biraz olsun soluklandığı bu güzel parkın rant uğruna yok edilmesine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Her ne kadar polislerle çatışmaktan kaçınsalar da perişan haldeydiler. Gaz maskeleri olmasına rağmen yoğun biber gazın etkisiyle gözleri kan çanağına dönmüştü. Üst başları kir içinde kalmıştı. Özgür, Umut ve Gül’ün üst başları Halk Direniş Şehir Tankından fışkırtılan basınçlı suyun etkisiyle sırılsıklam kalmıştı ve ıslak elbiselerine aldırış etmeden direnişlerini sürdürmekten de geri durmadılar. Basınçlı suyun etkisi kalabalığın içinde olduklarından dolayı etkisiz kalmıştı. Sadece üst başları ıslanmıştı. Geçen birkaç saat süresinde elbiseler üzerlerinde kurumuştu. Ancak hâlâ elbiseleri biraz nemliydi. Yasemin de Huzur Park’a ilk geldiği günün görüntüsünden oldukça uzak görünüyordu. Gittikleri bar Demokrasi Meydanı’ndan oldukça uzak bir yerdeydi. Ancak havada dağılan berbat biber gazının kokusu hâlâ hissediliyordu. Barın önüne atılmış masalardan birinin etrafında toplandılar. Önce bir şeyler yediler ardından Umut sipariş ettiği kahvesini yudumlarken Özgür, Gül ve Yasemin çaylarını içiyorlardı.

Yasemin, endişeli bakan gözlerle:

“Sanırım bu çatışmalar sonlanacak gibi görünmüyor. Kim bilir bunun sonu nereye varacak?” dedi.

Özgür, kaygılı bir ifadeyle,

“Güzelim, bu işin sonu nereye varır bilmiyorum ama çatışmalar daha şiddetli hale geleceğini ön görmek için kâhin olmaya gerek yok… Polis güçlerinin bize nasıl acımasızca saldırdıklarını meydanlarda deneyimliyoruz. IAP iktidarının ne kadar kararlı oldukları polislerin öfkesinden belli oluyor zaten. Hiç geri adım atacak gibi görünmüyorlar.” dedi.

“Mücadele yeni başlıyor. Evet, çatışmalar sonlanacak gibi görünmüyor. Yapacak bir şey yok. Sonuna kadar direneceğiz işte.” dedi Umut.

“Tekerlerine çomak soktuk. Bu kadar öfkeli olmaları gayet doğal! Bunda şaşılacak bir şey yok...” diye ekledi.

“Evet, öyle!” dedi Yasemin.

“Tamam tamam, direneceğiz! Fakat adı neydi?”

“Hım Halk Direniş Şehir Tankı mıdır nedir?”

“Adı da zaten bir tuhaf!” Gülerek:

“Bu aracı bizim için ürettiler.” dedi Umut.

“Ah şu zırhlı araçlar! Biz çok şanslı çocuklarız. Hangi ülke kendi halkı için özel olarak tasarlanmış zırhlı araçlar üretiyor ki?" diye ekledi ve Umut, iç çekerek sözlerine şöyle devam etti:

“Ah, evet! Bu bizim ne kadar değerli olduğumuzu gösteren bir hakikattir.”

“Dostum eğer istersen o ülkeleri bir çırpıda sayabilirim.” dedi Özgür…

“Şimdi buna hiç gerek yok.” dedi Umut.   

“Orası belli zaten!” dedi Yasemin ve sözlerine şöyle devam etti:

“Gırgırı bırakın arkadaşlar!”

“Cidden!” dedi Yasemin.

“Arkadaşlar şunu söylemeye çalışıyorum, polisler biber gaz fişeklerini resmen bize nişan alarak ateş ediyorlar. Gözümün önünde birine isabet etti. O kişi ben de olabilirdim, siz de olabilirdiniz. Bunu da geçtim. Bize plastik kurşunlarla ateş ediyorlar. Gözümüze gelse Tanrı korusun kör olabiliriz. Zaten Sosyal Medya’daki paylaşımlar kör olan insanların görüntüleriyle dolu! Sağlığımızı falan da geçtim. Hayatlarımız tehlikede! Çok ama çok dikkatli olmalıyız. Gerçekten çok endişeliyim ve korkuyorum.” diyerek biber gazına maruz kalmış kıpkırmızı gözlerinden yaşlar akmaya başladığı sırada elleri de titriyordu. Bu sırada yanı başındaki sandalyede oturan Umut, hemen Yasemin’e sarılarak onu sakinleştirmeye çalıştı. Umut, önce titreyen elini tuttu ve “Korkma canım!” dedi. 

Zaten söyleyebilecek başka bir sözü de yoktu teselli sözcüklerinden başka! Zihninde yaşadığı kargaşa dudağına yansımıyordu.

Bu duygusal anlarda Özgür, masanın üzerindeki sigara paketinin içinden bir dal sigara alarak, sigarasını yaktı. Derinden bir fırt çekti. Ve öylece sokağın karşısındaki kaldırıma boş boş bakan Gül’e dönerek:

“Sen iyi misin?” diye sordu.

“İyiyim.” dedi Gül alçak sesle!

“Hayır, bana kalırsa, iyi görünmüyorsun. Bara geldiğimizden beri hiç konuşmadın.”

“Anlıyorum. Bizi sakinleştirmeye çalışıyorsun. Evet, anlıyorum. Ama nasıl iyi olabilirim ki Özgür. Halimize bir bak.” diyerek Özgür’e çıkıştı.

Gül, birdenbire ağzına geleni öfkeyle söyleyerek bağırdı çağırdı. İktidara ve polise küfretmeye başladı. Öfkesi, endişesini bastıracak kadar şiddetliydi. Karmaşık duygularla, Yarımada Cumhuriyeti vatandaşlarının yüreklerinde hissettiği kaygı tüm yüzleri sarmıştı. Herkes gibi onun da yüzünü kaplayan bir maskesi vardı. Bu korkunun maskesiydi. 

Tam bu sırada peş peşe gelen korkunç bir gürültü koptu. Gürültü iki sokak öteden geliyordu. Berbat biber gazının kokusu burunlarda hissedilebiliyordu. Umut ve arkadaşları korkunç gürültünün vermiş olduğu tedirginlikle oturdukları sandalyelerden aniden fırladılar. Bu, öyle ani bir refleksti ki sandalyeler sağa sola devrilmiş ve masanın üzerindeki kahve ve çay fincanları, cep telefonları yere düşmüştü. Aynı tepkiyi farklı masalarda oturan insanlar da göstermişlerdi. Herkes korku, endişe ve telaş gibi duyguları birbirine karışmış halde benliklerinde yaşıyordu. Birbiri ardına patlayan gaz fişeklerinin uğultusu, yerdeki kırılmış bardakların, çay ve kahve fincanlarının ve taş zemine az önce düşen bira şişelerinin sesini bastırmıştı. Yarımada Cumhuriyeti halkı bu duyguya alışkın da olsa, korkuya verilen tepki hep aynıydı. Değişen tek şey farklı elbiselerin içindeki bedenlerdi. Bar personeli de iki farklı korkuyu bir arada yaşıyor gibiydi. Herkesin yaşadığı ortak korkunun yanı sıra garsonlar da müşteri masa hesaplarını kaçırma korkuları gözlerinden okunuyordu.  

“Hadi hemen gidelim buradan!” dedi Umut telaşla. Hesabı alelacele ödeyip, hemen oradan hızlı adımlarla uzaklaştılar. Çok geçmeden ara sokaklardan koşar adımlarla geçerek ana caddeye doğru yönelmişlerdi. O bölgede öfkeli polisler ile bar çalışanları baş başa kalmışlardı. Barlar sokağını tamamen sis örtüsü kaplamıştı. Elbette bu sis örtüsü, yüksek dağların üzerini kaplayan sis örtüsü gibi doğal değildi. Bu kargaşada bazı müşterilerin masa hesaplarını ödemeden kasten ya da insani bir dürtüyle kaçmalarının ardından yaşanan bu can sıkıcı durum, bar çalışanlarının sıkıntılarının en küçüğü gibi görünüyordu.

Umut ve arkadaşları meşakkatli kısa bir yolculuğun sonunda zor bela Demokrasi Meydanı’na giden ana caddeye ulaşmışlardı. Bulundukları caddenin kenarında boydan boya uzanan kaldırımdan çatışmaların yoğunlukla yaşandığı meydan alanına yaklaşık altı yüz metre civarı uzaklıkta bulunuyordu. Etraflarında tanımadıkları on-on beş kişilik bir grup vardı. Bunlar öfkeli polislerden kaçarak farklı ara sokaklara dağılıp ana caddeye gelebilen insanlardı. Onlar endişeli gözlerle sağa sola bakarlarken, kaldırımda o insanlara yakın sayılacak bir yerde Umut, Özgür, Yasemin ve Gül nefes nefese kalmıştı. Yüzleri de kıpkırmızı kesilmişti. Bulundukları kaldırımın taş zemini üzerinde soluklanıyorlardı. Kalp atışları o kadar hızlı atıyordu ki adeta birbirlerinin kalp atışlarının sesini işitmişlerdi. 

Özgür bir anlığına tanımadıkları o insanlara baktığında gözlerindeki endişeyi ve korkuyu gördü. Kendi aralarında telaşla bir şeyler konuşup, etrafa bakınıyorlardı. Onların seslerini işitebilecek kadar yakın olmasına rağmen hiçbir şey duymuyordu. Konuşulan hiçbir şeyi algılayamıyordu. Yorgun bedeni o caddenin kaldırımın üzerinde öylece hareketsiz kalmıştı. Ancak aklındaki düşünceler ve ruhu bambaşka bir yerde tutsak edilmiş gibi hissediyordu.

Özgür, göz ucuyla önce kızlara yani Yasemin ve Gül’e baktı. Berbat görünüyorlardı. Sanki harika bir bahçenin içinde açan bahar çiçekleri solmaya yüz tutmuş gibiydi. Daha sonra Umut’a baktı. Bulundukları kaldırımdan biraz uzaklaşarak caddenin kenarında durmuş öylece Demokrasi Meydanı’na doğru bakınıyordu.

Umut birden "Özgür Özgür!" diye seslendi. Ama cevap gelmedi. "Özgür!" diye tekrar seslendi. Yine cevap yoktu. Bu sefer daha güçlü bir sesle "Özgür!" diye bağırdı.

Umut'un yüksek sesle bağırmasıyla irkildi ve aklını başına toplayarak arkadaşına "Ne oldu?" diye cevap verdi.

“Oğlum, niye cevap vermiyorsun? Kaç kez seslendim sana. İyi misin?”

“İyiyim, iyiyim!” dedi Özgür.

“Sanırım!”

“Ne var?”

“Ne oldu?”

“Özgür, buraya gel çabuk!” dedi Umut telaşla…

“Evet, ne oldu?”

“Oğlum, hiç iyi görünmüyorsun?”

“Umut! Elbette iyi görünmüyorum. Halimize bak! Biraz kendimi kaybettim sanırım ama şimdi iyiyim. Merak etme sen!”

“Tamam tamam! Önemi yok… Caddenin yukarısına doğru bak. Demokrasi Meydanı’na doğru bak. Bağrışmaları ve sesleri işitebiliyor musun? Ya o iğrenç kokuyu?”

“Evet evet, bu iğrenç kokuyu burnum nasıl unutabilir ki?” dedi Özgür.

“Ama bağırışlar ve çığlıklar kulağımda mı çınlıyor yoksa gerçekten Meydan’dan gelen sesler mi bunlar; artık idrak edemiyorum.” 

Umut, arkadaşının ne kadar kötü durumda olduğunu anlamıştı. Aslında kendisinin de arkadaşından bir farkı yoktu. O sadece arkadaşına göre daha güçlü bir iradeye sahipti. Ve kavrayamadığı bir nedenden dolayı yani anlaşılmaz şekilde tüm zorluklara rağmen ayakta dik durmayı başarabiliyordu. 

"Buradan hemen gitmeliyiz!" dedi ve endişeli bir ses tonuyla sözlerine şöyle devam etti:

"Yalnız ara sokaklara asla girmememiz gerekiyor. Yoksa kapana sıkışmış fareden farkımız kalmaz. Buradan karşıdan karşıya geçmemiz de çok zor görünüyor. Ama biraz ileride Demokrasi Meydanı'na doğru bir yaya geçidi var. Oradan taksiye binmek bizim için daha kolay olur diye düşünüyorum.”

“Sanırım!”

"Ya da tüm gücümüzle caddenin aşağısına doğru koşarak buradan uzaklaşabiliriz. Ama ben hiç koşacak durumda değilim. Sanırım siz de öyle! Hadi, şimdi gidelim. Burada çok fazla oyalandık. Burada biraz daha beklersek kendimizi çatışmaların içinde bulacağız.”

“İyi tahmin. Hiç kimse koşacak durumda değil. Neyse tamam! İyi öyleyse buradan hemen gidelim o zaman!” dedi Özgür.

Umut ve Özgür kızlara yöneldiler. Yasemin ve Gül sessizdi. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Akıllardan geçen düşünceleri anlamak hiç de güç değildi. Biraz yokuş olan caddenin dar kaldırımından Demokrasi Meydanı’nın biraz aşağısında kalan yaya geçidine doğru hızlı adımlarla yürüdüler. Yaya geçidine geldiklerinde dar kaldırımlar biraz genişlemişti. Caddenin aşağısından kendilerine doğru gelen araçlar tek tük geçiyordu. İki Kıtalı Şehir’in en popüler caddelerin birinde taksi bulmak çölde su birikintisi bulmaya benziyordu. Yaya geçidine doğru yürürken bir iki tane dolu taksi yanlarından hızlıca geçip gitmişti. Yaya geçidinin önüne geldiklerinde, Umut ve arkadaşları boş bir taksinin geçmesini umarak beklemeye koyuldular. Ancak bu umutsuz bir bekleyiş gibi görünüyordu. Çok fazla da vakitleri yoktu. Biber gazının berbat kokusu daha çok hissediliyordu. Lanet biber gazının etkisiyle kızarık gözleri tekrar feci şekilde yanmaya başladı. Gözlerini ovuşturdukça daha da yanıyordu. Ellerindeki su şişeleriyle yüzlerini hemen yıkadılar. Bunun pek de faydası olduğu söylenemezdi. Tam bu sırada:

“Tanrım, şuraya bakın!” dedi Özgür…

Demokrasi Meydanı’ndan kendilerine doğru koşan bir grup insan gördüler. Umut, birden,

“Kahretsin Kahretsin!” diye bağırmaya başladı ve soğukkanlılıkla arkadaşlarına seslenerek caddenin aşağısına doğru koşmalarını söylediğinde, kendilerine doğru gelen Belediye otobüsü durak olmamasına rağmen bir anda durarak obüsün kapıları açıldı. Ve otobüs şoförü telaşla bağırdı:

“Hadi hadi, hemen otobüse binin!”

“İçeri girin, hemen!” 

Nereden geldikleri belli olmayan birkaç kişiyle birlikte Umut, Özgür, Yasemin ve Gül hemen otobüse doluştular. Otobüs biraz ilerleyip yaya geçidinin olduğu yerden U dönüşü yaparak otobüs caddenin ortasında yan şekilde durdu ve şoför tekrar otobüsün kapılarını açtı. Otobüsün önüne gelen üç beş kişiyi de otobüse aldığı sırada Umut, iki elini otobüsün camına dayayarak dışarıda olan biteni donuk gözlerle izliyordu. Meydan’dan aşağı doğru koşan insanların bazıları ara sokaklara kaçışırken, bazıları da yere düşerek yuvarlanıyordu. Yan duran otobüsün her yerine çarpan cisimler vardı. Bunlar plastik mermilerdi. Demokrasi Meydanı’nın biraz aşağısında siper almış gaz maskeli Orantılı Çelik Kuvvetleri, caddenin aşağısına kaçışan insanların üzerine plastik mermiler yağdırıyor ve orada her kim varsa plastik mermilerle herkesi tarıyorlardı. Elleri otobüsün camında hareketsiz duran Umut'un yanaklarından yaşlar süzülürken, plastik mermiler otobüsün camından sekerek yere düşüyordu. Yasemin ve Gül, otobüsten seken plastik mermilerin korkunç sesini duyduklarında korkmuş gözlerle birbirlerine sarılıyorlardı. Akıllarında dışarıda çaresizce kaçışan insanlar vardı. Otobüsün içinde bağıran, her şeye küfreden ve ağlayan insanlar dehşet içinde dışarıya bakıyordu. Otobüsün içindekiler, dışarıdakilerden daha çaresiz görünüyordu. Özgür, kızları sakinleştirmeye çalışırken, bir yandan da polislere de küfürler yağdırıyordu. Otobüse çarpan mermiler yetmiyormuş gibi otobüsün yakınlarına peş peşe biber gazı fişekleri düşmüştü. Caddeyi kısa sürede dumanlar sardı. Artık hiçbir şey görünmüyordu. Sadece korkunç gürültüler ve bağırışlar işitiyordu. Otobüs yavaşça hareket ederek kavşağı döndü ve dumanların içinden kaybolan insanlardan hızlıca uzaklaştığında herkesin aklında sokakta çaresizce kaçışan insanlar vardı. 

Umut ve arkadaşları iki durak sonra otobüsten indiler. Biraz yürümelerinin ardından park halinde duran boş bir taksi fark ettiler. Hiçbirinin aklından o saatlerde şanslı olduklarına dair bir düşünce geçmemişti. Hemen taksiye yöneldiler. Umut, şoför koltuğuna oturmuş gidecekleri yolu tarif ediyordu. Taksi de Umut’un sesi dışında hiçbir ses işitilmiyordu. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Bu sessizliğin içinde Umut taksi şoförüne dönerek şöyle dedi:

“Şurada dur biraz!”

“Ben, hemen döneceğim.”

Arkadaşlarına bir şey demeden Umut, taksiden hızlıca inerek köşedeki Tekel bayiine girdi. Tekel bayiinden elinde siyah bir poşetle çıktı. Ve tekrar taksiye bindiğinde Özgür, “Ne aldın? Poşete ne var?” diye sordu.

Umut, sert bir ifadeyle “bira” dedi. Özgür de bu cevabın ardından bir söz etmedi. Kalan kısa bir yolculuğun sonunda Özgür ile Umut’un yaşadığı daireye varmışlardı. Gece on bir sularında daireye girdiklerinde mutlulukla Yasemin şöyle dedi:

“Sonunda güvenli bir yere gelebildik. Ve hemen duşa girmek istiyorum. Sıcak bir duşa gerçekten ihtiyacım var.”

“Benim de!” diye karşılık verdi Gül.

  Umut, biraları buzdolabına yerleştirirken, Özgür kızlar için iki tane temiz havlu getirdi. Banyoya önce Yasemin sonra Gül girdi. Banyodan çıktıklarında yüzlerinde gülücükler eksik olmuyordu. Ancak gülümsemelerinin içinde derin bir acı ve hüzün vardı. Çok geçmeden Özgür ve ardından Umut arka arkaya banyoya girdiler. Kas katı olmuş yorgun bedenler duştan sonra kendini öylece salmıştı. Sıcak duş herkese yaramış gibi görünüyordu. Bu sırada kızların mutfak masasına hazırladıkları atıştırmalıkları iştahla yediler. Daha sonra Özgür, Yasemin, Gül salona geçerken Umut buzdolabından dört bira alıp arkadaşlarının yanına gitti. Bira şişelerini gören Özgür sevinçle haykırdı:

“Evet evet! İşte bu!”

“Umut!”

“Dostum!”

“Bu saatte hayalini kurduğum tek şey buydu!” dedi sevinçle…

“Gerçekten de bira aldığını söylediğinden beri bu anın gelmesini dört gözle bekliyordum.”

“Alkolik misin oğlum sen!” dedi Gül gülümseyerek…

“Hayır canım, ne alakası var? Sadece bugün hiç olmadığı kadar biraya ihtiyacım vardı. Yaşadığımız berbat günden sonra!”

“Zor bir gün geçirdik.”

“Gerçekten de zor bir gündü.”

“Evet, herkesin buna ihtiyacı vardı.” dedi Yasemin alçak sesle…

Arkadaşlarının gözündeki mutluluğun sevinci ile yaşadıkları korkunç anların hüznü birbirine karışan Umut, şunları söyledi:

“Evet, kesinlikle soğuk bir biraya ihtiyacımız vardı.”  

Elindeki bira şişelerini tek tek arkadaşlarına uzatmasının ardından televizyonun karşısındaki büyük koltukta oturan Özgür’ün yanına oturdu. Bu koltuğun sağ tarafında Yasemin ve Gül yan yana oturuyorlardı. Özgür ve kızların tam ortasına oturmuştu Umut… Dört arkadaş soğuk biralarını yudumlarken kalplerinde açıklanamayan bir his uyanmıştı. Her birinin bu güçlü duygu benliklerini öyle kaplamıştı ki kendileri daha güçlü hissediyorlardı. Belki bu güven duygusuydu belki de başka bir şey. Ama bildikleri ve anlamlandırabildikleri tek şey birlikteyken kendilerini ne kadar güçlü hissettikleriydi. Tüm benliklerini kaplayan bu güçlü duygudan hiç söz etmediler ama yaşadıkları bu his huzur vericiydi. Sadece anlamlandıramadıkları bu hissi benliklerinde bir süre kucaklamalarının keyfini çıkardılar. Hiç konuşmadıkları bu zaman diliminde Özgür birasını iki yudumda yarılamıştı. Umut’a dönerek:

“Umut, eski dostum!” 

“Ne var?”

 “Kaç tane bira aldın? Sanırım bir bira benim için yeterli görünmüyor." dedi gülümseyerek.

“Herkese ikişer tane bira satın almıştım.” dedi Umut ve sözlerine şöyle devam etti:

“Bildiğiniz gibi alkole yeni zam yaptılar. Neredeyse 2-3 ayda bir alkole zam yapıyorlar. İşin ilginç yanı bu çatışmaların ortasında bile alkole zam yapmayı unutmayan bir hükümet var. IAP Hükümeti, Yarımada Cumhuriyeti halkının sağlığı konusunda o kadar endişeli ki insanların sisteme olan inancı artıyor.”

“Evet evet, inancımız artıyor.” dedi Özgür sırıtarak.

“Arkadaşlar!” dedi Gül: “Yaşadığımız bunca şeye rağmen hâlâ makara yapabiliyorsunuz. Pes valla!”

“O kadar çok zaman geçmedi. Yaklaşık birkaç saat önce polis güçleri plastik mermilerle de olsa bizi taradılar. Eğer o otobüs olmasıydı. Halimiz ne olurdu Tanrı bilir. Geri kalanları düşünmek bile istemiyorum. Elimdeki telefonu açıp, sosyal medya hesabıma bile bakmaktan korkuyorum. Bizden ölesiye nefret eden biri var. Bilmem anlatabiliyor muyum?”

“Gül haklı!” dedi Yasemin ciddi ciddi…

Umut, bir söz etmeden sessiz ve düşünceli halde birasını yudumlarken, Özgür:

“Tamam tamam, haklısınız. Ben sadece ortamı biraz neşelendirmek istedim. Buna ihtiyacımız var diye düşündüm. Ama Yasemin yanılıyor. Bizi öldürmek isteyen şey, plastik mermiler, gaz fişekleri değil, sistemin ta kendisidir. Bu durum dün de aynıydı. Bugün de… Değişen fazla bir şey yok… Bu mücadeledeki en güçlü silah elbette gülümsemektir. Her ne olursa olsun dirayetimizi korumalıyız. Güçlü iradeler daima kararlı olmuştur.”

“Bu halktan çok fazla şey istiyorsun Özgür. Bence bu kadar büyük beklentiler içinde girme! Çünkü hayal kırıklıkları beklentilerle ölçülür.” dedi Umut.     

“Ne demek istiyorsun sen!” dedi Özgür. 

“Unut gitsin. Boş ver!”

Bu sözlerin ardından kızlar bir söz etmediler. Sessizdiler. Belki de yorgunluğun üzerine bira ağır gelmişti. Belki de bu kadar derin bir konunun içinde boğulmak istemediler. Özgür, arkadaşının ne demek istediğini gayet iyi anlamıştı. Ancak aldırış etmiyormuş gibi davranmak istedi ama yapamadı. Çünkü bu durum onun tabiatında olmayan bir özellikti.

“Seninle aynı fikirde değilim ama dediğin gibi olsun! Boş ver!” dedi ve lafı değiştirerek…

“Benim biram bitti. Bira isteyen var mı?” diye sordu.

“Bu iyi olur.” dedi Yasemin.

"Evet çok iyi olur getir getir dostum!” dedi Umut gülümseyerek

Özgür, mutfağa gidip, biraları getirdiğinde yarım biralar çoktan bitmişti. Biraları arkadaşlarının önündeki sehpanın üzerine koydu ve eski oturduğu yerine geçti. İkinci birasından bir yudum içti. Ve gülümseyerek.

“Umut! Sen ne değişik bir adamsın…” dedi.

“Ne? Anlamadım.” dedi Umut şaşkınlıkla!

“Şöyle ki” dedi Özgür “Özgürlük Caddesi’nde Halk Direniş Şehir Tankından üzerimize tazyikli su fışkırttılar. Ayrıca üzerimize biber gazı fişekleri yağdı. Ve bol bol biber gazı yuttuk. Orantılı Çelik Kuvvet Polisleri bizi coplarıyla kovaladılar. Bu da yetmemiş gibi, polisler plastik mermilerle bizi taradılar. Belediye otobüsünün içinde olmamız büyük şanstı. Yaşadığımız bunca berbat deneyimin sonunda yani taksi de güvenli şekilde evimize doğru giderken bir anda taksiyi durdurup ve bize bir şey söylemeden araçtan inip bir poşet birayla tekrar taksiye dönmen inanılmazdı. O anda nerden aklına bira almak geldi? Anlamıyorum hepimizin aklında tek düşünce, bir an önce eve varabilmek varken, senin aklından geçen tek şey bira mı oldu yani dostum? Aslında hiç de fena olmadı tabii ki! Ancak gerçekten de yaşadığımız bunca olay, senin gerçekleştirdiğin eylem kadar şaşırtıcı değildi. O anda ne aklına geldi de böyle bir şey yaptın. En tuhafı da hiçbir söz etmeden aracı durdurup, araçtan ayrılmandı. O anda aklından neler geçiyordu öyle!” Umut, bir süre arkadaşına bakarak gülümsedi ve

“Fena mı oldu işte!” dedi.

“İyi oldu da aklından ne geçiyordu?” diye ısrarla sordu. Özgür.

“Cidden o anda aklına ne geldi de böyle bir şey yaptın.” dedi Gül.

“Bira! Bira elbette!” dedi Umut gülümseyerek.

“Of ya! Of ya!” diyerek, kendi kendine bir süre oflayıp pufladı Gül. Sonunda dayanamayıp, elindeki kâğıt peçete parçasını buruşturup, şakayla karışık Umut’un yüzüne fırlattı.

“Dalga geçme oğlum ya! Cidden ne düşündün o anda!” diye sordu Yasemin, merakla…

Umut, sehpanın üzerinde duran sigara paketinin içinden bir dal sigara aldı ve derinden bir fırt çekti. Ardından birasından bir yudum içti ve gülümseyerek şöyle dedi:

“Arkadaşlar, üzerime bu kadar gelmeyin. Sadece bira satın aldım. O kadar! Herkes gibi ben de öfkeli ve üzgündüm. Yaşadığımız bunca şeyin üzerine biranın bize iyi gelebileceğini düşünmüştüm; o kadar!”

Ayrıca o anda ihtiyacımız olan tek şeyin soğuk bir bira olduğunu biliyordum ve yanılmamışım. Bakın eski neşemiz biraz olsun kendine geldi.”

“Keşke biraz daha fazla bira alsaydın.” dedi Özgür.

“Daha önce dediğim gibi, alkole yeni zam yapıldı. Üstelik sarhoşluk o kadar da iyi bir şey değildir.”

“Felsefi konuşmayı kes artık! Bu saatte hiç gitmiyor. Haberimiz olsaydı daha fazla bira alırdık. Şu an en az iki şişe bira daha içebilirim.” dedi Özgür gülerek.      

“Kesinlikle Özgür’e katılıyorum. İki şişe bira daha giderdi.” dedi Yasemin tatlı bir gülümsemeyle! Söze Gül de katıldı:

“Aynen ya! İyi olurdu.”

“Size de iyilik yaramıyor.” dedi Umut.

“Yok yok ya! Kızmadım canım ya! Size öyle takılıyorum işte! O değil de şu televizyonu açsana Gül. Bakalım TV kanallarda neler var. Televizyon kumandası senin tarafta olacak. Sanırım!”

“Tamam, televizyonu açayım da bazen öyle bir konuşuyorsun ki şaka mı yapıyorsun, yoksa ciddi mi konuşuyorsun pek anlaşılamıyor. Cidden!”

“O öyle… Umut benim yaklaşık bir yıldır ev arkadaşım. Ama bu duruma alışmak hiç de kolay olmadı.” dedi Özgür kahkaha atarak!

“Demek öyle!” dedi Umut gülümsemesiyle!

“Ne yalan söyleyeyim dostum! Gerçekten öyle!”

Bu sözlerin ardından dairenin salonunda uzun bir süre kahkaha sesleri koptu gitti. Gülüşmeler ve kahkaha seslerinin içinde Gül, elinde tuttuğu TV kumandasıyla tek tek kanalları geziyordu,

“Şuraya bak” dedi dayanamayıp!”

“Ne oldu?” dedi Özgür.

“Ne olacak. Tamam, saat biraz geç olmuş olabilir. Ancak TV kanallarında DEMOKRASİ HUZUR PARK EYLEMLERİ ile ilgili ne bir yayın ne de bir haber var. Bunun yerine halkın tutkuyla izledikleri saçma sapan Talk Show programları, dini programlar, iki ayaklı uçamayan hayvan belgeselleri, aşk dizileri var. Hem de utanmadan bu dizlerin, TV programlarının birçoğunun tekrarlarını yayınlıyorlar. Eminim ki ülkenin birçok yerinde olaylar ve çatışmalar hâlâ devam ediyordur. Bugün kaç kişi hayatını kaybetti. Kaç kişi ağır bir şekilde yaralandı. Bunu bilmiyoruz. Muhtemelen bunu sosyal medyadan öğrenmek zorundayız.” dedi Gül, Sert bir tavırla!

“Yoldaş Medya Grubu” dedi Özgür Öfkeyle! Ve ekledi: “Kapat şu lanet olası televizyonu!”

“Hayır hayır!” dedi. Umut Telaşla! Ve Gül’e dönerek:

“TV kumandasını bana uzatır mısın? Size bir şey göstereceğim.”

“Ne göstereceksin ki anlamadım.” dedi Özgür şaşkınlıkla!

“Biraz sabırlı ol dostum! Şimdi anlarsın.”

“Ne yazık ki Gül, haklıymış. Bir süredir telefonumda sosyal medyada geziniyorum. Şu anda İki Kıtalı Şehir’in farklı semtlerinde ve Demokrasi Meydanı’ndaki Özgürlük Caddesi’nde, Başşehir Angora’da ve Smyrna şehrinde Orantılı Çelik Kuvvet Polisleri direnişçilere çok sert müdahalelerde bulunduklarına dair haberler ve video görüntüleri var. Çatışmalar çok şiddetli geçiyor. Özellikle Başşehir Angora ve Demokrasi Meydanında! Ağır yaralılar hastanelerin acil servislerinin önünde tedavi edilmeyi bekliyor. O kadar yoğunluk var ki sağlık ekipleri yetersiz kalmış. En acısı da birçok kişi görme yetisini kaybettiği ve kör olduğu söyleniyor. Durum çok vahim gibi görünüyor.”

“Peki ya! Hayatını kaybeden insanlar var mı? Umarım yoktur ama…” dedi Gül alçak sesle!

“Umarım yoktur.” dedi Yasemin.

“Umarım!”

“Ama henüz gözüme ölüm haberleri ilgili bir şey ilişmedi.” Gül, sert bir tavırla,

“Tamam, tamam! Sen de elinden bırak artık şu telefonu!

Ben, iyice daraldım.”

Daha sonra Umut’a dönerek,

“Sen ne gösterecektin bize?” diye sordu.

Umut, önce mânâlı bir şekilde arkadaşlarına baktı ve şöyle dedi:

“Sadece bir süreliğine izleyin!”

Şaşkınlıkla Özgür, Yasemin ve Gül Umut’a bakakaldılar. Bunun üzerine Umut,

“Bana değil, televizyona bakın.” dedi kararlı bir şekilde…

Umut, beşer dakika aralığıyla arka arkaya farklı birkaç tane TV kanalı açıp, arkadaşlarına izletti. Ve sözlerine şöyle devam etti:

“Bakın, arkadaşlar! Size dört farklı TV kanalında bir şey izlettim. Önce Talk Show programı, ardından belgesel, ardından dini bir program ve bir aşk dizisi! Tüm bu şeylerin ortak noktası neydi biliyor musunuz?”     

Hiç kimse bu ilginç sözlerin ardından bir söz etmeden sessizce ve merakla Umut’un nereye varacağını akıllarından geçiriyorlardı. 

“Evet!” dedi Umut. Kısa ve bu tuhaf sessizliğin ardından tekrar şöyle sözlerine devam etti:

“’Tüm bu şeylerin odak noktası bitmek bilmeyen arzular, şehvet ve cinselliktir.”

“Nasıl yani?” diye sordu Özgür merakla

“Öyle ki Talk Show programında herkesin çok iyi bildiği birkaç soytarının kendi dünyalarındaki yaşamlarını alaycı bir üslupla bahsediyorlar. Böyle bir günde bile! Halkımızın çoğunluğu da bu saçmalıkları keyifle izliyorlar. Yani bu tür programların odak noktası kadın-erkek ilişkilerinden başka bir şey değil. ‘Kim kiminle birlikte oldu. Kim kime, nerede, nasıl ihanet etti?’ gibi kötü davranışları soğukkanlılıkla kendi aralarında berbat espri anlayışıyla tartışıyorlar. Programda bir anda kavga gürültü koparken, bir anda da kahkaha sesleri yükseliyor. Kendilerine biçilen rolü tiyatro sanatçısı gibi ustalıkla oynuyorlar. Herkesin gözü önünde açıktan açığa suçlamaların, karalamaların, hakaretlerin ve kavgaların tek gayesi kendilerini gündemde tutarak iğrenç egolarını tatmin ediyorlar.”

“Dini programların odak noktası cennetteki huriler ve erkekleri cehenneme sürükleyen kadınlar oluyor. Hoca alkol, sigara ve kumar gibi kötü davranışların şeytan işi deyip, geçiyor. Fakat aynı kanalda bu programın hemen arkasından bahis programı başlıyor. IAP Hükümeti alkol tüketen gençleri ve herkesi azarlıyor ve hakaretler ediyor. Ama bahis programlarına, yani kumara da büyük teşvik olduğu görülüyor. Bu nasıl bir çelişkidir. Anlamak mümkün değil. Programa bağlanan insanların çoğu kadınlar olmakla birlikte, bir günahkârın papaza günah çıkarması gibi canlı yayında başlıyor şehvet dolu arzularını anlatmaya: “Kocam beni aldattığından kuşkulanıyordum. Ben de ona büyü yaptırdım; çünkü tekrar bana dönmesini çok istiyorum. Ama yanılmışım Hocam! Şeytana uydum. Şimdi çok pişmanım. Ne yapmalıyım? Ya da kaynanam beni kocamdan ayırmak istiyor. Evlendiğimizden beri beni hiç sevmedi gitti zaten. Hoca da şöyle cevap veriyor;”

‘Dua et yavrum.’

‘Dua et.’

Ve aşk dramaları tamamen şehvetli kadın-erkek ilişkileri hakkında oluyor. Televizyon ekranlarında izlediğimiz tek şey tutkulu öpücükler ve ihanetler. Şu anda kanalda izlediğimiz belgeselde bile hayvanların nasıl çiftleştiğini ve birbirlerine nasıl kur yaptığını anlatıyor.”

Umut, derin bir iç çekerek sözlerine şöyle devam etti:

“Ah evet, birileri bizimle kafa buluyor. Bu kesin! Ama kim? Şu anda, şimdi sokaklarda insanlar yaralanıyorlar. Belki de ölüyorlar. Gençler özgürlükleri için sokaklarda direniyor. Ancak TV ekranlarında bize izlettikleri şey bu! Aslında bu durum sadece bugüne özel değil, yıllardır aynı tiyatroyu farklı ekranlarda izliyoruz. Gerçekten de bu durum düşündüğümden daha vahim.”

“Evet, aslında size anlattığım bu şeyler, bazı ayrı TV kanallarda çok kısa izlediğiniz programlarla bire bir aynı değil biliyorum. Biraz düşünün! Hafızalarınızı tazeleyin. Tek kaynaktan beslenen televizyon kanallarının toplumu nasıl kuşattığını göreceksiniz. Evet, bugün bedenimize saldırıyor olabilirler. Ancak zihnimize olan saldırılar canımızı daha çok yakıyor. Sadece bunun farkında değiliz. Çoğu insan bunu idrak edemiyor. Bugün çoğu ülkede yani küresel olarak bu olayı düşündüğümüzde hep zihinlere saldırılar oluyor. Olmuyor değil. Bundan kaçış yok! Ancak bu ülkede, Yarımada Cumhuriyeti'nde kadın bedeni üzerinden iğrenç bir şekilde siyaset yürütülüyor. Dini söylemler sadece kadın bedeni üzerinden yapılıyor. Her şey cinsellikle ilgili! Her şeyin cinsellik ve kadın üzerine kurulu düzende ahlaksızlıkla çevriliyiz! Geçmişte halka izlettirilen o iğrenç dizilerin isimlerini söylememe gerek yok sanırım! Bilindiği gibi bu diziler reyting rekorları kırmıştı. Çok az insan bu dizileri eleştirdi. Bazıları da Talk Show programlarında bu dizilerle dalga geçti. Arkadaşlar! Biz, toplum olarak zihinlerimize bu saldırılara izin verdiğimiz için bugün bizim üzerimize plastik mermiler ve biber gazı fişekleri yağıyor.”

“Bunu görmüyor musunuz?”

“Evet,” dedi Gül alçak sesle…”

“Demem o ki yaşanan bu hadiseler park ve ağaç meselesi değil. Artık değil. Beklenmedik şekilde gençlerin güçlü iradesi otoriteyi sarstı. Bu zihinsel bir savaş. Bu mücadelenin sonunda kazanımlar park ve birkaç ağaç mı olacak. Yoksa özgürlük mü? Bunu hepimiz yaşayıp göreceğiz.”

Kısa bir sessizliğin ardından Özgür:

“Elbette bunun farkındayız. En azından ben farkındayım. Ama hiç böyle geniş açıdan bu konuları düşünmemiştim. Sen bu hadiseleri böyle açıklayınca bu işin rengi farklı oluyor dostum! Yapacak bir şey yok… Onlar saldıracak biz direneceğiz.”

“Güzel ve doğru konuşuyorsun da Özgür, bizim hayatlarımız söz konusu! Bundan vazgeçmek o kadar basit değil.” dedi Yasemin.

Umut aniden araya girdi ve şöyle dedi kararlılıkla:

"Hayatımızın ne önemi var?"

“Umut haklı!” dedi Özgür ve ekledi. “Korkaklık bir süreliğine sadece kişinin kendi sefil hayatını korur. İster zihinsel olsun ister bedensel olsun… Esaret altında yaşadıktan sonra yaşamların hiçbir önemi yok…”

Hararetli bir şekilde Yasemin, Özgür’e dönerek,

“Sanırım beni yanlış anladın.” dedi ve sözlerine şöyle devam etti:

“Ben korkaklıktan söz etmedim. Her insan güçlü bir iradeye sahip değildir ama her insanın hayatta kalma güdüsü baskın gelmesi olağan bir durumdur. Bu nedenle insanların bir ideal uğruna yaşamlarından vazgeçmesi düşünülemez. Bu, kendi özgürlüğü bile olsa! Bu durum bu kadar basite indirgenemez.”

“Hayır hayır!” dedi Özgür. “Sana kesinlikle katılmıyorum. Her insan özgürdür. Dolayısıyla özgürlüğünden vazgeçen her birey zaten ölmüş demektir.”

“Yeter artık!” dedi Gül araya girerek. “Bu muhabbetten iyice bunaldım ve çok yorgunum. Bir an önce kendimi yatağa atmak istiyorum. Biz nerede yatacağız?”

Umut ve Özgür tek kelime etmeden bir süre sessizliğe büründü. Daha sonra Umut, kızları mutfak çıkışının hemen solundaki odaya aldı. Kızlara battaniye ve yastıkları verdikten sonra iyi geceler dileyip oturma odasına döndü.

Ve Özgür’e dönerek,

“Oğlum! Kızın üstüne neden bu kadar çok gittin. Görmüyor musun? Perişan haldeler. İyice dağılmışlar.” diyerek çıkıştı.

“Ama ilk konuyu sen açtın Umut!”

“Öyle de ben, kızın kafa olarak iyice dağıldığını gördüm ve sesimi kestim. Ama sen konuyu irdeledikçe irdeledin.”

“Tamam Umut ya! Her zamanki gibi haklısın! Tamam, boşboğazlık ettim sanırım.”

“Neyse, hadi biz de yatalım artık.” dedi Umut ve mırıldanarak “Bugün çok sert bir gündü.” derken hemen yatağına yöneldi. Yorgun bedenini yatağa fırlattığında derin bir uykuya dalıp gittiğinde, arkadaşının iyi geceler dediğini bile işitmemişti.

Umut ve arkadaşları uyandıklarında öğle vaktini geçmişti. Sert geçen bir günün ardından oldukça iyi dinlenmişler ve kendilerini dinç hissediyorlardı. Bugün güneş her zamankinden daha parlak görünüyordu. İki Kıtalı Şehir’de güzel ve sıcak bir hava vardı. Yaz mevsimin rahatsız edici boğucu sıcaklığı henüz gelmemişti. Ancak birkaç hafta içinde kavurucu sıcaklar kendini gösterecek gibi görünüyordu.

­­­

Öğle vakti Vatandaş Hizmet Partisi Genel Başkanı Muhalif Kerim ile çok sayıda VHP Vekili Demokrasi Meydanı’na gelip direnişçi gençlerin yanında olduklarını söyleyerek destek verdiler. Muhalif Kerim, düzenlediği basın toplantısında çarpıcı açıklamalarına şöyle başladı.

“Vatandaş Vekili arkadaşlarımla birlikte direnişin yüreğine, yani Demokrasi Meydanı’na halkımızla birlikte direnmeye geldik. Tek yürekte hep beraber direneceğiz. Birkaç gün önce bazı VHP vekil arkadaşlarım buraya gelerek gençlere destek verirken biber gazının korkunç etkisini ciğerlerinde hissetti. Orantılı Çelik Kuvvet Polislerinin acımasızlığını bizzat deneyimlediler. Bazıları fenalaşarak hastaneye kaldırıldı. Arkadaşlar! Direnişin kalbinde VHP Genel Başkanı olarak değil, halkın içinden bir birey olarak sesleniyorum. Faşizm özgürlüğün önünde duramaz. Çünkü özgürlük asla engel tanımaz. IAP iktidarına tekrar sesleniyorum. Aklınızı başınıza alın ve bu sevdadan bir an önce vazgeçin. Halkımıza acı çektirmeyi bırakın artık. Burada, Demokrasi Meydanı’nda bir miting düzenleyerek hep birlikte direneceğiz.” diyerek basın toplantısını sonlandırdı.

Bu çarpıcı açıklamaların üzerinden birkaç saat geçmişti. Protestolar artmıştı. Geçen her saat protestoların şiddeti artarken Yarımada Cumhuriyeti’nin ünlü simaları twitter hesaplarından IAP iktidarına öfkelerini kusuyorlardı. Bazıları da kendilerini Demokrasi Meydanı’na atmışlardı. Sanatın her branşında uğraşan insanlar yani şarkıcılar, tiyatro oyuncuları, aktrisler ve yazarlar. Bazı popüler şarkıcılar DEMOKRASİ HUZUR PARK EYLEMLERİ adına şarkılar bestelediler. Meydanlar sloganlardan ve şarkılardan yoksun görünmüyordu. Ancak gençlerin yaratıcılığı ülke sınırlarını bile aşmıştı. Hiç kimse gençlerin eline su dökemezdi doğrusu!

Büyük Önder’i en çok öfkelendiren husus da buydu. Bir önceki gençlerden farklı olarak faşizme karşı mizah yoluyla yanıt vermeleri sinir bozucu bir durumdu. Sanatçıların birçoğu da geleceği ön görerek IAP iktidarın yanında yer almıştı. Kazanan tarafta yer almak gibi arzuları vardı. Bu şiddetli arzular sanat dünyasını ikiye bölmüştü. Çatışmalar sadece meydanlarda değil, sosyal medyada da en iğrenç haliyle sürüyordu. İkiyüzlüler, dönekler ve sanatın ruhunu oluşturan muhalif olgusunu üzerlerinde taşıyanlarla karşı karşıya gelerek farklı bir mecrada mücadele sürüyordu. Geceleri, tencere tavalar karanlıkta enstrüman olurken, gündüzleri de bambaşka bir şarkı çalınıyordu. Geceleri mi yoksa gündüzleri mi daha karanlıktı? Bunu idrak edebilmek güçleşiyordu.

İki Kıtalı Şehir dışına yayılan eylemler birçok şehirde devam ediyordu. Direnişin başlangıcından bu yana ülkenin birçok şehrinde halk her geçen gün daha da kenetlendi. Tabii bir de onlara kenetlenen Orantılı Polis Teşkilatı vardı. İnsanlar Başşehir Angora Cumhuriyet Meydanı’nda, Smyrna şehri Selamet Meydanı’nda, Tokonion şehrinde, Mamiki şehrinde, Kizzuvatna şehrinde, Antiohya şehrinde, Arzava şehrinde ve Sandraka şehrinde protesto yürüyüşleri sloganlar atılarak kararlı bir şekilde devam ederken, Orantılı Çelik Kuvvet Polisleri sabırsızlıkla amirlerinden gelecek olan emirleri bekliyorlardı. Sert müdahaleler kaçınılmazdı. Bütün şehirlerde parıldayan güneş bir sis örtüsüyle kaplıydı. İnsanlar üzerine biber gazı fişekleri yağmaya başlaması çok gecikmemişti. Konvansiyonel haşere ilaçlaması artık günlük hayatta yaşanan olağan bir eylenmiş gibi algılanıyordu. Pratikte bu duruma polisler ve direnişçiler alışmıştı. Sandraka şehrinde de olağan protestolar, eylemler ve sert polis müdahaleleri devam ederken Özgür Gençlik Öğrenci Birliği üyeleri şehrin Üniversite’nin yakınında bulunan köprüye astıkları pankart kafalardaki karışıklığı anlamlandırıyordu.

    

“HUZUR PARK DİRENİYOR, DEMOKRASİ MEYDANI’NA SELAM OLSUN!”

 

Tüm bu çatışmaların içinde gençleri sevindiren haber İki Kıtalı Şehir Altıncı İdare Mahkemesi’nden gelecekti. Mahkeme, BÜYÜK KALDIRIMLAŞMA PROJESİ’nin yürütmesinin durdurulmasına karar vermişti. Kısa sürede sosyal medyadan öğrenilen haber, meydanlarda sevinçle karşılanmıştı. Sanki bu karar berbat biber gazının etkilerine karşı direnci artmış gibiydi. İki Kıtalı Şehir ve birçok şehirde vahim hadiseler sürerken, Dokunulamaz Büyük Reisler Meclisi’nde iktidar ve muhalefet Vatandaş Vekilleri birbirlerine girerek kavga gürültü patırtı kopmuştu. Yeşil Saray ise inşa edildiğinden beri en hararetli günlerini yaşıyordu.­­­

Büyük Önder, Başşehir Angora Yeşil Saray’da acilen bir basın toplantısı düzenleyerek kameralarının önüne geçti. Kaşları çatılmıştı ve şişkin gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi görünüyordu. Kan çanağına dönmüş gözleri öfke saçıyordu. Kuş tüyünden yapılmış yatağından uzaklaştıran gençlere karşı olan öfkesi dinecek gibi gözükmüyordu. Daha önce Büyük Köprü Projesi’nin açılış törenindeki söylemlerinden farklı olarak, daha sert açıklamalarda bulunacak gibi bir ruh hali vardı. Sert bir yüz ifadeyle sözlerine şöyle başladı: 

“Aziz vatandaşlarım!

“Buradan sizi selamlarken, öncelikle şunu söylemek istiyorum. Herkesin anlayacağı şekilde açık ve net konuşuyorum. Daha önce söylediğim gibi! Ben, kararımı verdim. Ne pahasına olursa olsun. Demokrasi Meydanı’ndaki Huzur Park’ı yıkıp, ‘Büyük Kaldırımlaşma Projesi’ni hayata geçireceğiz. Bunun iznini ne Muhalif Kerim’den ne de birkaç tane yağmacıdan alacak değilim. Evet, birkaç ergenin ağaç sevdası var diye biz projelerimizden vazgeçecek değiliz. Bana oy veren aziz vatandaşlarımın desteği ile bugünlere kadar birlikte geldik. Ben ve partim olarak yıllardır hangi projemizle halkımızı hayal kırıklığına uğrattık? Bizden önceki dönemlerde Vatandaş Hizmet Partisi’nin neler yaptığını hepimiz çok iyi biliyoruz: Hiçbir şey… Biz, onların yapamadıklarını yapıyoruz. Muhalif Kerim meydanlara yüz binlerce kişi toplayacak ha? Onun yüz binlerine karşı benim milyonları toplayabileceğimin farkında mı acaba? İnsanları boş hayallerle peşinden sürükleme çabası içine girmiş. İşte Vatandaş Hizmet Partisi’nin zihniyeti bu! Evet, son olarak şunun üzerine basa basa söylüyorum: Projelerimizi tek tek gerçekleştireceğiz. Ayrıca Demokrasi Meydanı’na büyük bir cami de inşa edeceğiz. Halkımıza layık bir cami olacak ve halkımız ihtiyacı olan büyük bir camiye kavuşacak İnşallah!”

“Evet, diyorlar ki polisler gençlere çok sert müdahalelerde bulunuyorlar. Böyle gençlik mi olur? Bunlar etrafta içki içen alkolikler. Bunlar yağmacı! Biz, yağmacılara asla geçit vermeyeceğiz. Ayrıca sosyal medya tam bir baş belası! Baş belası Twitter’da dolaşan yalan dolan şeyler, insanların aklını bulandırıyor.” diyerek Önder basın toplantısı sonlandırdı.

Basın toplantısının ardından Büyük Önder odasına çekildi. Bir süre çalışma masasının önündeki sandalyede öylece dakikalarca oturdu. Aklında derin düşünceler vardı. Bir süre sonra hararetli bir şekilde koltuğundan fırlayarak odanın içinde boydan boya volta atmaya başladı. Ancak bu yorucu bir işti. Çünkü Yeşil Saray’ın odalarının büyüklüğü göz önüne alındığında, birkaç turda insan nefes nefese, kan ter içinde kalması işten bile değildi. Daha sonra Önder, tekrar koltuğuna oturdu ve Başdanışman Ferit’i çağırdı. Çok kısa bir sürede Başdanışman Ferit, hemen odanın içinde bitivermişti. O kadar hızlı gelmişti ki sanki odanın dış kapısının önünde nöbet tutuyordu. Önder, oldukça endişeliydi. Ancak Başdanışman, Önder’in yüzüne baktığında sert ve öfke dolu bir surattan başka bir şey görmedi. Yüzünde endişeye dair hiç emare görünmüyordu. Her gün gördüğü tanıdık yüzden hiçbir farkı yoktu. Ama sanki soğukkanlı katilin ürpertici durgun yüzü öylece orada duruyor gibiydi. Önder, bugüne kadar iktidarda geçirdiği süre boyunca hiç olmadığı kadar endişeliydi. Bunu tüm benliğinde hissedebiliyordu. Ancak bunu göremeyecek kadar Başdanışmanın ruhu kirliydi.

Başdanışman Ferit, Önder’in karşısında öylece hareketsiz durarak “Efendim.” dedi alçak sesle!

“Otur hele otur!” dedi Önder gür sesiyle…

“Efendim, ne oldu?”

“Ne olacak ki şu sosyal medya beni çok zor durumda bırakıyor. Hele o baş belası Twitter yok mu? Beni deli ediyor. Zaten Twitter’ı bir türlü sevemedim gitti. Buna bir çare bulmak lazım.”

“Haklısınız efendim! Ama ne yapabiliriz ki interneti tamamen yasaklayamayız herhalde. sosyal medyayı kontrol altında tutamıyoruz. Ayrıca yabancı basın da işin içine girdi. Tüm dünyanın gözü kulağı burada! Bilmiyorum.”

“Ama ben ne yapacağımı biliyorum. Tanrı’nın izniyle, şu lanet olası isyanları bastıralım. Bunun çaresine de bakacağız. Sen, şimdiden alt yapı hazırlıklarına başla! Bir araştır bakalım. Bu hususta neler yapabiliriz.”

“Tamam, efendim. Derhal!”

“İyi, tamam! Şimdi çık dışarı! Yalnız kalmam lazım.” dedi Önder sert bir ifadeyle!                        ­­­

Tekelleşen iki kutuplu kirli siyasetin içinde boğulan halkı kurtaracak kahramanlara ihtiyaç vardı. Bunlar toplumun içinden doğan özgür ruhlu gençlerden başkası değildi. Özgürlük talebi daima meşakkatli bir yolculuğun tüm zorluklarını üzerlerinde taşıdıkları biliyorlardı. Bu mücadelenin sonunda, her ne olursa olsun bu coğrafyada bir şeylerin değişeceğinin umudu, gençlerin omuzlarında taşıdıkları sorumluluğu sadece ihtiyarlar kavrayabilirdi. Yarımada Cumhuriyeti’ni kaplayan dumanın içinden işitilen cop sesleri eşliğinde iktidar ve muhalefetin farklı zaman dilimlerindeki açıklamaları toplumun hangi kesimine merhem olacaktı. Cevabı olmayan bir soruyu sorgulayan zihinler, şehirlerin gözde meydanlarında oradan oraya savruluyorlardı. Diğer halklardan farklı olarak, Yarımada halkının günlük yaşamı bundan ibaretti. Gün içinde yaşanan hadiseler dünden yahut bir önceki günlerden farklı değildi. Şiddet, ara ara artıyor ya da azalıyordu. Değişmeyen tek şey halkın kararlı direnişiydi. Gün içinde bu olaylar gelişirken Umut ve arkadaşları mutfağın içinden açılan balkonda kahve ve çaylarını yudumlayarak gündemi takip ediyorlardı. Özgür, 

“Şu açıklamalara bakın! Sanki şey yarışı yapıyor gibiler! Çenemi kapalı tutmakta zorlanıyorum.” dedi öfkeyle! Tatlı gülümsemesiyle…

“Neyi yarıştırıyorlar ki?” diye sordu Yasemin ve ekledi:

“Ah Özgür! İnan bana, ani patlamaların beni öldürüyor.

Beklenmedik ani çıkışlarına bayılıyorum.”

“Biraz sakin ol oğlum!" dedi sadece Umut ama bu sözleri söylerken yüzünde acıyla tatlı arasında anlaşılmaz bir gülümseme vardı.

Gül de kendini tutamayarak kahkaha attı bir süre… Ve tam iktidar ile muhalefetin ne yarıştırdıklarını söyleyecekti ki Özgür bir anda araya girerek şöyle dedi:

“Tamam tamam!” dedi Özgür. “Bence, benim ne demek isteğimi gayet iyi anladınız. Bırakın artık benimle uğraşmayı! Bu adamı Büyük Önder yapanlar şimdi özgürlük naraları atıyorlar. Bu durum da benim sinirlerimi hoplatıyor. En başından böyle olacağı belliydi.”

“Buradaki herkes senden farklı düşünmüyor Özgür. Yine de senin ani çıkışların oldukça eğlenceli ve ilginç! İnsanı ister istemez gülümsetiyor.” dedi Yasemin… Gül:

“Sahiden öyle!”

“O zaman sizi istemeden de olsa gülümsettiğim için oldukça memnunum. Ancak gerçeklere dönecek olursak, gerçekler insanları incitiyor. Ve gerçekler can yakıyor. Gençlerin bu başkaldırışı asla yeterli olacakmış gibi görünmüyor. Ayrıca Önder, hiç olmadığı kadar kararlı görülüyor. Bu hareket, ancak azınlıkların mücadelesinden geniş kitlelere ulaşabildi. Ancak bu hareketin sonu belirsizliğini korumaktadır. Ülke bağnaz insanlarla dolup taşmış durumda! Bilmem farkında mısınız? Din işleri Birliği ile İktidar el elle vermiş, insanların zihinlerine üst üste yığılmış taş bloklardan oluşan camiler inşa ediyorlar. Aslında Büyük Önder’in en büyük projesi bu!” dedi Özgür.

“Elbette öyle!” dedi Umut. “Sadece İki Kıtalı Şehir’de üç binden fazla cami var ama iktidarın açılış törenleri bitmek bilmiyor.”

“Bu adama boşuna mı Büyük Önder diye hitap ediliyor. Bu adamı bazen takdir etmiyorum değil. Büyük iş başardı. Adamın iktidara geldiği tarihi bile anımsamıyoruz.” dedi Gül acı bir gülümsemeyle…

“Evet!” dedi Yasemin: “Yarımada halkının dini bir figüre ihtiyacı vardı ve buna yıllar önce kavuştular. Bu çılgınlıktan vazgeçeceklerini sanmıyorum. Bu pek olası değil.”

“Öyleyse mücadeleye devam edeceğiz arkadaşlar!” dedi Özgür…

Konu konuyu açmış, zaman da su gibi akıp gitmişti. Bu sohbet de akşam vaktine kadar farklı konularda sürmüştü. Hava iyiden iyiye kararmıştı. Oturdukları balkonun az ilerisinde bir kalabalık gördüler. Merakla kalabalığa kulak kabarttığında sokakta sloganlar atılıyordu. Kulaklarının aşina olduğu bir slogandı bu!

“Hadi, biz de katılalım” dedi Umut.

“Daha ne bekliyoruz.” dedi Özgür coşkuyla!

Umut ve arkadaşları apar topar daireden ayrılarak sokağa indiler. Çok geçmeden kalabalığın içine karışmışlardı. Cadde boyunca sloganlar atarak yürüdüler. Karanlığın içinde işitilen hep aynı slogan vardı.

 

“Her yer demokrasi, her yer polis!”

“Her yer direniş, her yer özgürlük!”

 

İki Kıtalı Şehir, yeni güne protestolarla uyandı. Olağan protestolar devam ediyordu. İki Kıtalı Şehir, Başşehir Angora ve Smyrna şehri, protestoların en yoğun yaşandığı şehirlerin üç ana merkezi olmuştu. RoboCops özellikle bu şehirlerde konumlanmıştı. Direnişi en çok zorlayan polisler de bunlardı. İnsanlar özellikle toplu halde hareket etmeye çalışıyorlardı. Çünkü bireysel olarak hareket etmek tam bir çılgınlık ve aptalca bir şey olurdu. Çünkü RoboCops, insani duygulara dair yüzlerinde hiçbir emare görünmediği gerçeği artık hafızalara kazınmıştı. Direnişçilerin en son isteyeceği şey, RoboCopsı tek başlarına tenha yerlerde yakalanmaktı. Bu polisler ortaya çıktıklarından beri ne kadar duygusuz, acımasız ve vahşi olduklarını halk yakından tecrübe etmişti.

İki Kıtalı Şehir’in simgesi olarak gösterilen köprüde, Asya ve Avrupa kıtalarını birbirine bağlayan köprünün Anadolu tarafında büyük bir kalabalık toplanmıştı. İnsanlar kitleler halinde köprüyü protestolarla ve sloganlar atarak yürüyüşe geçtiler. Ancak köprünün sonunda onları bekleyen kötü bir sürpriz vardı. Direnişçiler Asya’dan Avrupa’ya geçince karşılarında RoboCops ve Halk Direniş Şehir Tanklarını buldular. Müdahale çok geçmeden gelmişti. İki Kıtalı Şehir’in trafiği hiç bu nedenden dolayı kilitlenmemişti. Bu görülmüş bir şey değildi. Köprü yoluna giren araçların sürücüleri kendilerini çatışmaların tam ortasında buldular. Büyük gaz bulutu rüzgârın etkisiyle köprünün üzerinden şehre doğru ilerlemesini sürdürüyordu. Bu yağmur bulutu ya da başka bir bulutsu değildi. Aslında bu bulutsu tanımlanmış olan biber gazının diğer adı “azap bulutsusu”ydu. Gün boyunca şehrin farklı semtlerinde bulutsu ilerleyişini sürdürdü. Köprünün girişinde plastik mermi kovanları ve boş biber gazı fişek kovanlarıyla dolup taşarak etrafa saçılmıştı. Çatışmalar şiddetliydi. Bu sıcak günde bazı insanlar tazyikli suyla duş alırken bazıları da her zamanki gibi telaş içinde kaçışıyorlardı. Kaçabilen kaçmıştı. Ancak kaçamayanlar da RoboCops’ın şefkatli ellerinde gözaltına alınıyordu. Tüm bu zulümlere rağmen halkın Büyük Önder’den daha kararlı olduklarına artık kuşku duyulmuyordu.

Öğleden sonra birçok protestocu kitleler halinde İki Kıtalı Şehir’in farklı semtlerinde tekrar toplanmaya başladı. Demokrasi Meydanı’na uzak kalan semtlerdeki direnişçilere olan müdahaleler nispeten daha azdı. Ancak Demokrasi Meydanı’na yakın semtlerdeki direnişçilere olan müdahaleler hiç olmadığı kadar daha sertti. Çünkü Orantılı Çelik Kuvvet Polislerinin direnişçilerin Demokrasi Meydanı’na girmelerine hiç tahammülleri yoktu. Direnişçilerin tek amacı vardı. Demokrasi Meydanı’na ve Huzur Park’a bir şekilde girebilmekti. Çünkü Demokrasi Meydanı özgürlüğün ruhunu üzerinde taşıyan sıra dışı bir meydandı. Baştaş Meydanı’nda toplanan büyük kalabalık Demokrasi Meydanı’na yürüyüşe geçtiklerinde karşılarında sert bir bariyer vardı. Her zamanki gibi çatışmaların şiddeti zaman zaman artıyor ve azalıyordu. Direnişçiler polislerin sert müdahalelerine karşı geri çekiliyor ve tekrar toplanarak ilerleyişlerini sürdürmeye çalışıyorlardı. Bu mücadele saatlerce sürdü. Ancak karşılarında IAP iktidarının seçkin RoboCops’ı vardı. Başşehir Angora Cumhuriyet Meydanı’nda ve Smyrna şehri Selamet Meydanı’nda yaşanan çatışmaların İki Kıtalı Şehir’den bir farkı yoktu. Şiddet ve çatışmalar her yerdeydi. Çatışmaların sürdüğü sırada Yeşil Saray’dan sıra dışı yazılı bir açıklama geldi:

“Direnişin sonuna kadar Yarımada Cumhuriyeti vatandaşları her ne olursa olsun sokaklarda, meydanlarda yanlarında limon, maske ve benzeri şeyler taşımaları kesinlikle yasaklanmıştır. Bu tür benzeri şeyler taşıyan herkes devlete karşı başkaldıran asiler olarak görülüp sorgu sualsiz gözaltına alınacak ve bu kişiler hakkında yasal işlemler başlatılacaktır.”

Eşi benzeri olmayan bu kısa bildiri sosyal medya da çalkalanırken, Başdanışman Ferit’in Twitter hesabından ilginç bir tweet gelmişti.

Bu bildiri özellikle ‘İki Kıtalı Şehir, Başşehir Angora ve Smyrna Şehri’ başta olmak üzere tüm şehirlerdeki camilerin hoparlörlerinden günde beş vakit okunacak ve duyurulacaktır.

Bu açıklama ülkedeki aydınları, gazetecileri ve yazarları çileden çıkardı. İktidarın hiç de hazzetmediği yazarların ortak görüşü, iktidarın halkla kavga etmesinin anlamsız olduğu yönündeydi. Yabancı basında yer alan haber, Önder'in psikolojik baskısı olarak yorumlandı. Ayrıca Önder'e insan haklarıyla ilgili birkaç madde hatırlatıldı ve hükümetin derhal geri adım atılması tavsiye edildi. Bu durum Yarımada halkının çoğunluğunun öfkesine öfke katmıştı. Ülke kaos girdabının içine girdi girecekti. Ancak gençler bu bildiriye pek de kulak asmadılar. Aslında gençler öfkeden çok mizah yönlerini ortaya çıkarmışlardı.

Bu bildiriyi, “Yağmacıların ezan sesi” olarak yorumlamışlardı. Bu slogan pankartlarda ve şehirlerin duvarlarında duvar yazısı olarak göze çarpan gençlerin imzası gibiydi. Ayrıca IAP iktidarın sinirlerini hoplatan “Yağmacıların ezanı” adında eğlenceli bir şarkı da bestelenmişti.

  

♫Uzaklardan duyulunca yağmacıların ezan sesi,♫

♫Koşarız meydanlara! Biber gazı, portakal gazı kimin umurunda?♫

♫Dosdoğru koşarız özgürlüğe!♫ 

♫Koşarız! Demokrasi Meydanı’ndaki Huzur Park’a♫

 

Bu şarkı o kadar çok sevilmişti ki kısa sürede şehirlerin dört bir yanına yayılmıştı. Protestolar esnasında kitleler halinde söylenen şarkı tahammül edilemez tencere tava gıcırtısının ürpertici sesine benzetiliyordu.

Bütün bu hadiseler yaşanmadan önce Umut ve Özgür kızları evlerine göndermelerinin ardından Baştaş Meydanı’ndaki kalabalığın içine karışmışlardı. Yeşil Saray’dan yapılan bildirinin sosyal medyadan öğrenilmesinin ardından kalabalığın içinden bu şarkının cılız sözleri işitilmeye başlandı. Bir anda bu cılız ses coşkuya dönüştüğünde kalabalığın içinde yer alan her bireyin dudaklarından dökülen şarkı yüreklerde özgürlüğün sesi oluyordu.

O akşam, geçmiş tüm diğer akşamlardan daha karanlıktı. Emniyet Müdürü Savaş’ın talimatıyla RoboCops kasklarındaki seri numaralar siyah bantla gizlenmişti. Ve müdahaleler tekrar başladı. Çatışmaların şiddeti her geçen dakika arttı. Coşkulu kalabalığın yerini acı içinde inleyen insanların çığlıkları aldı. Birçok şehirde sosyal medyadan ve bazı bağımsız haber kuruluşlarından peş peşe ağır yaralanma ve ölüm haberleri gelmeye başladı.

Başşehir Angora Cumhuriyet Meydanı’nda direnişçilerin polislerle olan mücadelesinde ilk yere düşen isim Mahir adlı genç olmuştu. Genci kasten başından vurarak öldüren polisin kimliği çok geçmeden ilerleyen saatlerde anlaşılmıştı. Gece boyunca şiddetin dozu hiç düşmeyecekti.          

Antiocheia şehrinde Orantılı Çelik Kuvvetleri’nin direnişçilere can yakıcı sert müdahaleleri başlamıştı. Bu sırada Halk Direniş Şehir Tankından kalabalığın üzerine atılan biber gazı fişekleri yağıyordu. Bir anda kalabalığın içinden bir genç olduğu yere yıkılıverdi. Hareketsiz bedeni caddenin üzerinde boylu boyunca uzanmıştı. Kafasının arkasından akan kanlar bir nehir olup akıyordu. Genç oracıkta hayatını kaybetti. Polislere aldırış etmeden gencin etrafına toplanan insanlar çaresizce o gence bakarken onlara da saldırmaktan geri durmadılar. 

Kısa sürede gencin nasıl öldüğü anlaşılmıştı. Gencin hayatını alan şey başına isabet eden bir biber gazı fişeğiydi. Orantılı Çelik Kuvvet Polisleri ölen gence aldırış etmeden etrafa kaçışan insanlara acımasızca saldırıları devam ediyordu. Polislerin attığı gaz fişeklerinden panikle kaçmaya çalışan bir genç yüksek bir yerden dengesini kaybederek baş aşağı düşmesi sonucunda oracıkta hayatını kaybettiğinde saat gece yarısını henüz geçmemişti.

Dorylaiun şehrinde RoboCops’tan kaçan bir genç şehrin en karanlık sokaklarından birine girdiğinin farkında değildi. Kendisini bekleyen kötü sürprizden haberi yoktu. Daha sonradan sivil polis oldukları anlaşılan beş altı kişi bir anda gencin çevresini sarmıştı. Ellerinde sopalar ve kesici aletler vardı. Genci çıkmaz sokağın köşesine sıkıştırdıklarında alaycı bir gülümsemeyle gence küfürler ve hakaretler yağıyordu. İçlerinden biri elinde tuttuğu sopayı gencin kafasına vurduğunda, acı içinde genç yere yıkılıverdi. Adamlar acımasızca yerde yatan gencin karnına, yüzüne dakikalarca tekmeler savurdu. Gencin hareketsiz bedeni öylece dar sokağın soğuk taşlarının üzerinde yatıyordu. Beyaz gömlekli bir adamın son tekmesi yerde hareketsiz yatan gencin koyu kırmızı tişörtünü sokak lambasının beyaz ışığıyla aydınlattığında kent sessizliğe büründü.

Yarımada Cumhuriyeti'nin en karanlık günlerinden biri olan o gecenin geride kaldığını ancak sabahın ilk ışıklarıyla idrak edilebilmişti. Farklı şehirlerde öldürülen gençlerin kimlikleri tek tek ortaya çıkmıştı. Bu gençlerin adları Deniz, Yusuf ve Hüseyin’di. Özgürlüklerini o karanlık gecede geride bırakmışlardı. Ama belki de şimdi şu anda hiç olmadıkları kadar özgürdüler. Ancak özgürlük denen şeyin farklı bedenlerin içine girerek mücadelesine kararlılıkla sürdüreceğinden kuşku duyulmuyordu.

Umut ve Özgür sonunda gece geç saatlerde eve gelebilmişlerdi. Başlarına bir şey gelmediği için kendilerini bugün oldukça şanslı hissediyorlardı. Özgür, hemen mutfağa gitti ve atıştırmalık yiyecekler hazırlamak için işe koyuldu. Zor geçen günün ardından midesinden gelen tuhaf sesleri işitebiliyordu. Bu sırada Umut kızları tek tek arayarak iyi durumda olduklarını öğrendiğinde içi iyice rahatlamıştı. Ayrıca Yasemin ve Gül’ün de bütün gün sokağa çıkmamaları memnuniyet verici bir durumdu. Bu nedenle kendisini oldukça iyi hissetmişti. Bu memnuniyet verici histen sonra hemen mutfağa yöneldi.

“Kızların durumu nasıl” diye sordu Özgür, merakla!

"Kızlar iyi, sorun yok… Bizden daha iyi olduklarına şüphe yok. Bütün günü evde geçirdiler." dedi Umut.

“Bu iyi! Demek ki uyarılarımıza kulak asmışlar. Neyse, dostum! Hadi otur da sandviçlerimizi yiyelim.”

“Tamam!” dedi Umut alçak sesle…

Umut ve Özgür hemen masanın üzerindeki tabaklara hazırlanmış olan sandviçlere yumuldular. Çok geçmeden sandviçleri bitirmişlerdi. Kısa bir süre hiç konuşmadan sessizce birbirlerine baktılar. Her ikisinin gözlerinde hüzün vardı. Bu derin sessizliği bozan kişi Özgür olmuştu. Birden aklına gelen en anlamsız sözleri söyleyivermişti. Belki de gereksiz başlayan kelimeler dizisi, anlam katan kelimelerden daha derin bir anlam taşıyordu. 

“Gerçekten de sandviç iyi geldi.”

Umut, “Evet, çok lezzetliydi. Teşekkür ederim Dostum. Eline sağlık!” dedi.

Daha sonra her ikisi de birer sigara yaktılar. Özgür, sigarasından derinden bir fırt çekmesinin ardından şöyle dedi:

“Bugün sert bir gündü. Hangi günlerin daha sert geçtiğini artık anlayamıyorum. Sanki bugün bir önceki günden daha sertti. Belki de geçen daha önceki günler bugüne göre daha sertti. Bilmiyorum! Artık bilmiyorum!”

“Evet!” dedi Umut alçak sesle… Özgür,

“Dostum, bugün protesto gösterilerinde çok fazla kişi ağır bir şekilde yaralandı ve birçok kişi hayatı kaybetti.” deyince Umut, arkadaşının sözünü keserek şöyle dedi:

“Tamam tamam! Dur biraz, lütfen başlama! Bunun hakkında konuşmak istemiyorum. Çok yorgunum. Sigaramı bitirir bitirmez hemen yatacağım.”

Sessiz geçen dakikaların ardından Umut, arkadaşına ‘iyi geceler’ dileyip oturduğu sandalyeden hızla kalktı ve yatağına doğru yönelmesi çok uzun sürmemişti. 

Neredeyse öğle vaktiydi. Umut, arkadaşına göre daha erken kalkmış balkondaki masaya güzel bir sofra kurarak kahvaltılık bir şeyler hazırlamıştı. Tam arkadaşına seslenecekti ki karşısında bir anda Özgür’ü gördü.

“Günaydın!” dedi Özgür. Umut,

“Hadi, kahvaltı yapalım. Balkon masasına kahvaltılık bir şeyler hazırladım.”

“Sağ ol dostum ya! Güne iyi başlıyorum. Haydi hayırlısı!” diye karşılık verdi Özgür gülümseyerek.

İyi bir kahvaltının ardından Özgür çayını, Umut da kahvesini yudumluyordu. Sessizce oradan oraya koşturan insanları izlerken bir yandan da keyifle sigaralarından derin bir fırt çekerek güzel havanın tadını çıkarıyorlardı. Tam bu sırada yaşadıkları dairenin arkasında kalan cami hoparlöründen ilginç bir ses işittiler. Bu sese kulak kabarttıklarında dün Yeşil Saray’dan yayınlanan yazılı bildiriden başka bir şey değildi.     

  “Hadi ama dostum! Yağmacıların ezanı okunuyor! Sanırım ezan bizi Demokrasi Meydanı’ndaki Huzur Park’a çağırıyor.” dedi Özgür anlaşılamayan bir gülümseme edasıyla! Bunun üzerine Umut, bir söz etmeden mânâlı şekilde arkadaşına bakarken ilk ezandan iki dakika sonra ikinci ezan okunmaya başlanmıştı.

Bu sırada Umut, derin düşünceler içinde “Evet!” dedi.

“Bak dostum! Birinci ezan insanı özgürlüğe ve demokrasiye çağırırken, ikinci ezan insanı Tanrı ile kucaklaşmaya çağırıyor. Fakat halk, Tanrı’nın insanlığa bahşettiği hür iradenin götürdüğü özgürlüğe mi gidecekler yoksa Tanrı ile kulu arasında kurulan aracı kurumları mı takip edecekler? Bu durum şimdi bana oldukça garip geliyor. Ayrıca bu durum Yarımada halkının kafasındaki paradoksu da göstermektedir.”

“Ah, dostum! Bunda şaşılacak bir şey yok. Bu durumu çok fazla anlamlandırmaya gerek de yok. Bence pratik düşünmelisin. Yani ahmakların ve bencil egoistlerin gidecekleri yol belli, bizim yolumuz belli!” dedi Özgür ve ekledi:

"Bunun inançla ya da dinle alakası yok… Bu apaçık faşizmdir!"   

“Aslında doğru söylüyorsun ama bu akıldışı yaklaşımı takip edecek çok fazla insan var. İnsanların zihinleri nasıl bu kadar bariz bir tuzağa düşebilir? Kim esaret altında yaşamak ister ki? Cidden bunu anlamlandıramıyorum.”

 “Ah Tanrım! Çok komiksin! Cidden bu komikti.” dedi Özgür ve sözlerine şöyle devam etti:

“Pratik düşün dostum. Pratik!”

 “Yani insanların birçoğu hükmedenlere karşı boğun eğmeyi çok çabuk kabullenir ve koyunun çobana ihtiyaç duyması gibi hükmedilmeye tüm benlikleriyle ihtiyaç duyarlar. Bu durum geçmişte de böyleydi, şimdi de böyle ve gelecekte de böyle olacak.” 

  “Elbette öyle Özgür, seninle aynı fikirdeyim. Sadece bu gerçekle yaşamak güç... Dolayısıyla bu gerçeği kabullenmek zor hatta bu gerçek adeta ruhuma ve aklıma azap veriyor.” dedi Umut.

Özgür bir süre arkadaşına düşünceli bir şekilde baktı ve şöyle dedi:

“Bunu görebiliyorum dostum. Kimin etmiyor ki?”

İki yakın arkadaş arasında geçen doyumsuz sohbet sürüp gitti. Şehrin farklı semtlerinden birinde Umut ve Özgür’ün yaşadıkları daireden ve eylemlerin yoğunlukla yaşanan semtlerden nispeten uzak bir bölgede kafede birkaç kız arkadaşlarıyla birlikte Yasemin ve Gül oturmuş hararetle yaşanan korkunç olayları tartışıyorlardı. Sohbetin odak noktası ise dün Yeşil Saray’dan yayınlanan ilginç bildiriydi. IAP iktidarının kararlı duruşu ve polislerin sert müdahalelerinin şiddetti artıkça direnişin direnci daha da çok arıyordu. Demokrasi Huzur Park Eylemleri’nin son birkaç gününde, sokaklarında yaşanan vahim olayların toplumun üzerindeki etkisi şöyleydi:

“Sokaklarda, şehir meydanlarında, kafelerde, barlarda, kahvehanelerde, işyerlerinde, evlerin oturma odalarında hep aynı bilindik hikâye farklı ağızlardan anlatılıp durdu.”

Özgür Gençlik Öğrenci Birliği, Öğrenci Kültür Gençlik Birliği, Öğrenci Huzur Gençlik Birliği ve Sosyalist Gençlik Umut Birliği gibi birçok öğrenci grupları şehirlerin dört bir yanında yayılarak özgürlük mücadelecini meydanlarda sürdürdüler. Ve gençler tarafından, şiddete şiddetle karşılık vermenin aksine, alışılmışın dışında yapılan protestolar iktidarı çileden çıkarmaya yetmişti. Önder, ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir türlü gençleri kendi seviyelerine çekmeyi başaramıyordu. Bunca zaman boyunca başarısız olduğu tek şey, gençliğin güçlü iradesiydi.

Orantılı Çelik Kuvvet Polis kalkanları önünde kitap okuyan gençler, Halk Direnişi Şehir Tankları önünde gitar çalan gençler, asla birleşemeyeceği söylenen ülkenin dört büyük futbol takımı taraftarının olağanüstü protestoları, yüzlerinde hiçbir vicdan emaresi görünmeyen RoboCops üzerinden iktidara uzatılan çiçekler gibi sıra dışı eylemler Büyük Önder’i küçüldükçe küçültüyordu.

Bir noktada iktidar, polislerin sert müdahalelerinin anlamsız olduğunu anlayınca çareyi barışçıl protestocuların içine gizlenmiş kimlikleri anlaşılamayan bazı provokatörlerle ile birlikte provokatör sivil polislerin yaptıkları şiddet dolu eylemlerle kamuoyunu manipüle ederek gençlerin barışçıl eylemlerine ve onların özgürlük taleplerini karalamakta buldular. Geri durmadılar. Hayır, duramazlardı. Çünkü onlar barışçıl değildi. Ancak gençleri kaba kuvvetle susturmaları da mümkün gözükmüyordu.                             

Öğleden sonra Huzur Dayanışma Platformu’ndan bir açıklama metni geldi. Huzur Dayanışma Platformu’nun üyeleri tarafından yapılan yazılı ortak açıklama şöyleydi:

“Gençlerle aynı özgürlük ateşinin içinde kavruluyoruz ve bu direnişi her platformda sürdüreceğimizden kimsenin şüphesi olmasın. Gençlere olan desteğimiz her daim sürecektir. Çünkü bizler de onlar gibi birer yağmacıyız. Sakın giyindiğimiz şık elbiselere aldanmayınız. Evet, biz de yağmacıyız. Büyük Önder’in söylediği gibi şehirlerde mağazaları yağmalayan insanlar değiliz. Evet, onlara göre yağmacıyız. Ama bize göre ise özgürlük talebi olan gençleriz. Önder ile uzlaşmak için birçok talebimiz olmasına rağmen her defasında bizi geri çevirdi. Ancak onunla uzlaşmak mümkün gözükmüyor. Çünkü ülkeyi bir kaosun içine sokma telaşı içine girdiği açıkça görülüyor. Sokaklarda feci şekilde yaralanan ve ölen insanlar umurunda değil. Düşündüğü tek şey oteller, alışveriş merkezleri ve cami inşa etmek. Ne yazık ki iktidarın bitmek tükenmeyen hırsları sokakları savaş alanına çevirdi.” 

Huzur Dayanışma Platformu’nun yapmış olduğu açıklamadan henüz birkaç saat geçmişti ki Başşehir Angora’da nispeten Yeşil Saray’a yakın sayılacak Köşk’ten bir açıklama geldi. Basının karşısına geçen Büyük Reis Demokrasi Huzur Park Eylemleri ilgili şu ifadeleri kullandı:

“Gençlerin verdiği iyi niyetli mesajların gayet iyi anlaşıldığını dile getirmek istiyorum.”   

Pek de sesi soluğu çıkmayan Büyük Reis’in bu açıklamaları kamuoyunda şaşkınlık yaratmıştı. Bu işe en çok şaşıran kişi de Büyük Önder’di. Bu açıklamaların ardından kısa sürede Büyük Önder kameralarının karşısına çıktı. Ama o Büyük Reis kadar nazik değildi.

“Ben, şahsen Büyük Reis’in ne demek istediği anlamadım. Yağmacılara hoşgörü göstermem mümkün değildir. Ayrıca Yarımada Cumhuriyeti halkının yarısını evlerinde zar zor tutuyorum. Halkımın yarısı evlerinden çıktı çıkacaklar onları zor tutuyorum. Ayrıca kamuoyunu şu hususta bilgilendirmek istiyorum. Boş yere tartışıp durmasınlar. Yağmacıların canlarına okuması için Orantılı Çelik Kuvvet Polisleri’ne talimatı bizzat ben verdim.”

Büyük Önder’in açıklamaları hem yabancı basında hem de ülkenin bazı bağımsız basın organlarında talihsiz bir açıklama olarak nitelendiriliyordu. Şehir meydanlarında ölümle tango yapan gençler şu gerçeği gördüler. Bu mücadele Işık ve Aydınlık Partisi (IAP) iktidarından çok tek bir adama karşı verilen bir mücadeleydi. Gençlerin her birinin yüzündeki ifade aynıydı. Bu geleceğe endişeyle bakan gözlerden başka bir şey değildi.

O günün ardından birkaç gün geçmişti. Geçen bu süre de olağan protestolar ve polislerin direnişçilere sert müdahaleleri ile geçmişti. Her zamanki olağan şeylerdi işte! Umut ve arkadaşları her daim direnişin içinde gençlerle birlikte mücadelecini sürdürdüler. Bazen Umut, Özgür, Yasemin ve Gül, kendi aralarında yaşanan olayları tartışıyor. Bazen de mahalle arası küçük çaplı eylemlere katılmışlardı. Büyük Önder de yurtdışına çıkmış ve bir dost ziyaretinin artından yurda geri dönmüştü. Büyük Önder’in yurda dönmesinin ardından birkaç saat geçmişti ki Yeşil Saray’dan bir bildiri daha yayınlandı. Yayınlanan bildiri şöyleydi:

“Başta Demokrasi Meydanı olmak üzere tüm meydanlarda parklarda kitap taşımak ve kitap okumak Yarımada Cumhuriyeti İktidarını cebren ortadan kaldırmaya ve engellemeye yönelik teşebbüs olarak değerlendirilip o kişiler hakkında yasal işlemler başlatılacaktır.”

Bu bildiriye karşı tepkiler ‘saçmalık’ olarak değerlendirilmişti. Bu bildiri de cami hoparlörlerinden okunmaya çok da gecikmeden başlanmıştı. Ancak gençler bu bildiri için bir şarkı bestelemediler. Ne kadar mizahî yönlerini ortaya çıkarmaya çabalasalar da gözlerindeki öfke barizdi. İktidarın gayesi halkı bezdirip kendi seviyesine düşürmekti. Ancak Büyük Önder’in bu çabası beyhudeydi. Çünkü gençler bu tuzağa asla düşmeyecekti. Bu bildirinin açıklanmasının ardından Orantılı Çelik Kuvvet Polislerinin gençlere olan müdahale şekli de değişmişti. Polisler, park ve meydanlarda artık insanları değil, kitapları kovalıyordu. İçlerinden çok az polis onurlu bir şekilde mesleğini bırakmıştı. Park ve meydanlarda polislere kitaplarla yakalanan gençler apar topar gözaltına alınmaya başlanması çok uzun sürmemişti. Okul ders kitapları, aşk romanı kitapları, korku ve gerilim romanı kitapları, fantastik macera romanı kitapları ile yakalanan gençlerin sorgusu diğerlerine göre daha kısa sürüyor ve kırk sekiz saat içinde polis karakolundan çıkıyordu. Ancak felsefe, tarih ve siyasi kitaplar gibi kitaplarla gözaltına alınan gençlerin akıbetinden uzun bir süre haber alınamıyordu. İki Kıtalı Şehir, Başşehir Angora ve Smyrna şehrinde özel polis karakolları kuruldu. İki Kıtalı Şehir’deki polis karakolu, Otuz Dördüncü Karakol, Başşehir Angora’daki polis karakoluna Altıncı Karakol ve Smyrna Şehri’ndeki polis karakoluna Otuz Beşinci Karakol olarak adlandırıldı. Aslında bu polis karakolların adları dışında pek de bir değişiklik yoktu. Aynı üniformalı polisler görevlerini sürdürüyor ve aynı binalar her zamanki yerlerinde duruyordu. İki Kıtalı Şehir’deki polis karakolu ve diğer karakollar herkesin bildiği oldukça korkulan yerlerdi. Siyasi suçlardan yakalanan insanlar bu karakolların karanlık odalarında sorguya alınıyordu. Suçlular savcının, avukatın, mahkeme salonunun ve hâkimin karşısına çıkmadan önce neden korkuyordu? Yani her şeyden önce! Suçluları asıl endişelendiren şey, aslında ilk kez yüzleşecekleri o karanlık sorgu odasıydı. Sanki insanların gözünde bu polis karakollarında sadece siyasi suç işleyen insanlar ağırlanıyormuş gibi kaygı vardı. Ama siyasi suç işleyen insanların gitmek istemeyeceği tek yerdi. Özellikle Otuzdördüncü Polis Karakolu hakkında anlatılan hikâyeler tüyler ürperticiydi. Elbette anlatılan bu şeyler sadece bir hikâyeyeydi.

Üç koldan toplanan kalabalıklar Demokrasi Meydanı’na ulaşmaya çalışıyordu. Baştaş'ta tekrar toplanan kalabalık Meydan’a doğru yürüyüşe geçti. Meydan’ın sağ ve sol kollarından oluşan iki cadde olan Kültür ve Özgürlük Caddesi’nin sonlarına doğru direnişçiler toplanmıştı. Karşılarında ise her zamanki gibi Orantılı Polis Teşkilatı’nın en seçkin askerleri vardı. Kültür ve Özgürlük caddelerinin girişinde de Halk Direniş Şehir Tankları kritik yerlere konumlanmıştı. Ayrıca Huzur Park’ın girişinin tam karşısındaki büyük bir otelin bulunduğu caddede Halk Direniş Şehir Tankı bölgede dolaşıyordu. Caddeyi boydan boya Orantılı Çelik Kuvvetleri kuşatmış ve güçlü polis bariyerleri kurulmuştu. Bu caddenin yirmi kilometre uzaklıkta bulunan polis kuvvetleriyle direnişçiler arasında şiddetli çatışmalar devam ediyordu. İşitilen protesto sesleri herkesin kulağında aşina olduğu sözler her zamankinden daha sert ve güçlüydü.

 

“Her yer demokrasi, her yer polis!”

“Her yer direniş, her yer özgürlük!”

 

Bu bölgede çatışmaların sürdüğü sırada ve protestocuların içinden yer almayan bir genç markete doğru ilerken, nereden geldiği belli olmayan bir biber gazı fişeği gencin başına isabet etmesiyle kanlar içinde yere yığıldı. Demokrasi Meydanı’na yakın yerleşim alanlarında kurulan revirlerden birinde gönüllü olarak çalışan doktorlar ve hemşeriler gence ilk müdahaleleri yaptılar. Hemen bölgedeki en yakın hastaneye götürdüler. Genç henüz ölmemişti. Ağır şekilde yaralanan gencin kimliği ortaya çıkmış ve adının da Vedat olduğu açıklanmıştı. Genç yaşıyordu ama umut sadece birkaç saat sürmüştü. Genç, belki de asla uyanamayacağı derin bir uykuya daldı. Vedat komaya girmişti. Artık birkaç makinenin yardımıyla kalbi atıyordu. Kalp atışlarının ritmini sayan ailesi ve Yarımada halkı, sessiz bekleyişlerini umutsuzca sürdürdü. Ölüm haberleri sosyal medya hesaplarında tekrar yer almaya başladı. Yoldaş Medya Grubu’nda yer alan haber organlarında ise Büyük Önder’in açıklamalarına yer veriliyordu. Gösterilmeyen ve gizlenmeye çalışılan video görüntüleri, fotoğraflar insanlık dışı görüntüleri izlemesine de gerek yoktu. Çünkü kısa video kayıtlarında halk bunu tüyler ürpertici bir deneyimle yaşıyordu.

Amid şehrin sokaklarında yürüyüşe geçen protestocular, ‘Huzur istiyoruz’ pankartlarıyla eylemleri sürdürürken askerlerin kalabalığın üzerine ateş açmasıyla kalabalık dağılmıştı. İnsanlar etrafa kaçışıyorlardı. Ama yerde yatan cansız bir bedenin fark edilmesi çok uzun sürmedi. Yerde yatan gencin adı Taylan’dı. Huzur istiyoruz diyen bir genci bu sefer polisler değil, askerler öldürmüştü.

Kizzuvatna Şehir Meydanı’nda bir grup protestocu barışçıl eylemlerini sürdürürken RoboCops’tan biri Sinan adlı bir gencin yüzüne kasten biber gazı sıkması sonucunda dil kökü kanserine yakalanmasına neden olmuştu. Doktorlara göre gencin hayata tutunabilmesi bir mucizeye bağlıydı. Emniyet Müdürü Savaş’ın korkunç keşfi direnişçilerin canını daha fazla yakmaya yönelikti. Biber gazı ve portakal gazı karıştırılarak bir kokteyl elde edildi. Ancak bu kokteyl barlarda keyifle içilen karışımlara hiç benzemiyordu.

Benzersizdi…

Sosyal medya bu haberlerle çalkalanırken Umut ve Özgür Kültür Caddesi’nde yer alan büyük kalabalığın içinde protestolarını sürdürüyorlardı. Ancak Demokrasi Meydanı’na oldukça uzak yerdeydi. Hatta Huzur İlkyardım Hastanesi’nden kilometrelerce uzakta bir yerdeydiler. Zaman zaman polis müdahaleleri oluyordu. Ama asıl ateş çemberinin olduğu yer Huzur İlkyardım Hastanesi’nin olduğu alandı. Bu bölgedeki çatışmalar çok şiddetliydi. Etrafa kaçışan insanların çığlıkları neredeyse Demokrasi Meydanı’ndan işitiliyordu. RoboCops acımasızlığı tüm şiddetiyle sürüyor ve apartmanların içlerine biber gazı fişekleri atmaktan çekinmediler. Hatta Huzur İlkyardım Hastanesi’nin içine bile biber gazı fişekleri atmaktan geri durmuyorlardı. Hastanenin içine kaçışan insanlar, diğerlerine göre daha şanslı gibi görünüyordu. Tüm bu hadiselerin yaşandığı sırada Umut, Özgür’ün kolundan tutup tenha bir yere getirerek,

“Kızları aramam lazım. Ne yapıyorlar acaba?” diyerek önce Gül’ü ardından Yasemin’i aradı. Gül, telefona bakmadı.

Defalarca Gül’ü aradı. Ancak o telefona bakmıyordu. Daha sonra endişeyle Yasemin’i aradığında Yasemin telefonu hemen açmıştı. Umut:

“İyi misin? Neredesiniz?” dedi telaşla ve sözlerine şöyle devam etti:

“Defalarca Gül’ü aramama rağmen telefona bakmadı. Çok endişelendim.”

“Ben, iyiyim.” dedi Yasemin sakin bir tavırla! “Ben Baştaş Meydanı’ndayım. Gül, kendisini iyi hissetmediği için benimle birlikte gelmedi. Sanırım evde uyuyordur. Beni merak etme! Yalnız değilim; arkadaşlarımla birlikteyim. Asıl, siz neredesiniz?”

Umut’un içi biraz olsun rahatlasa da Yasemin’in o meydanda olmasından da çok rahatsız olmuştu. Ama bu onun kişisel kararıydı. Ne kadar kızsa da bu karara saygı duymaktan başka bir şey yapamazdı ve sakin bir tavırla şöyle dedi:

“Bence de Gül evde uyuya kalmıştır. Bu iyi bir haber ama senin Baştaş Meydanı’nda olman beni endişelendiriyor. Orada çatışmalar zaman zaman çok şiddetli geçiyor. Keşke evden çıkmadan önce bana haber verseydin. En azından birlikte olurduk.”

“Ne bileyeyim! Her şey ansızın gelişti. Bir arkadaşım aradı ve evden apar topar ayrıldım işte. Asıl siz neredesiniz? Özgür nasıl?”

“Özgür, iyi! Şu an yanımda ve sana selam gönderiyor. Biz de Kültür Caddesi’ndeki Huzur İlkyardım Hastanesi’nden uzak bir alandayız.”

“Ama orası tam bir ateş çemberi!” dedi Yasemin endişeyle:

“Hayır hayır! Biz orada değiliz. Biz daha uzak bir yerdeyiz. Telaşlanma!”

Yasemin, “İyi, tamam o zaman! Sosyal medyada yer alan hayatını kaybeden kişileri ve Vedat adlı kişinin başına gelen tahlisiz olayı duydun mu? Cidden çok üzüldüm bu çocuğa!”

“Biliyorum biliyorum!” dedi Umut Sert bir ifadeyle… Kısa sürede kendini toparlayarak, sakince sözlerine şöyle devam etti:

“Ben de çok üzüldüm. Daha çok gençti.”

"Evet," dedi üzgün ve alçak bir sesle Yasemin. "Şimdi kapatmam gerekiyor. Kendine çok iyi bak."

“Tamam, sen de kendine dikkat et!” dedi Umut ve telefonu kapattı.

Özgür endişeyle arkadaşı Umut'a "Kızlar nerede? İyiler mi?" diye sordu. Umut olanları arkadaşına anlatınca Özgür şöyle cevap verdi:  

“Asi kız! Tıpkı benim gibi!”

"Evet öyle!" dedi gülümseyerek Umut…        

Gecenin geç saatlerine kadar süren direnişin sabahında Yarımada halkı yeni güne uyandı. Gün doğumun ardından IAP Belediyesi’nde görev yapan temizlik işçileri için Özgürlük Caddesi ve Kültür Caddesi’nde hummalı bir çalışma vardı. Binlerce boş biber gazı fişek kovanları, boş plastik mermi kovanları caddelerin her yerine dağılmıştı. Bu cisimler her yerdeydi. Dün gece bu caddelerde fink atan Halk Direniş Şehir Tanklarının yerini büyük çöp kamyonları almıştı. Caddeleri temizlemek işçilerin saatlerini aldı. İki Kıtalı Şehir’de sabahın ilk saatleri sakindi. Diğer şehirler de oldukça sakin görünüyordu. Belki de bu sessizlik hafta içi olmasının getirdiği başka bir zorluğun başlangıcıydı. Şehirlerde oradan buraya koşturan insanların yüzlerine yansıyan bezginlik ve umutsuzluk belirgindi. Polislerin kontrolü altında insanlar Demokrasi Meydanı’nda, Kültür ve Özgürlük caddelerinde dolaşmalarına izin veriliyordu. Ancak İnsanların gruplaşma ihtimaline karşı polisler oldukça tedbirli ve tetikte bekliyorlardı. Ayrıca insanların Huzur Park’a girmelerine kesinlikle izin verilmiyordu. Parkın çevresi Polis bariyerleri ile çevrilmişti. Zaten buna cüret edecek bir ahmağın olacağına ihtimal vermedikleri için oldukça rahat görünüyorlardı.

Öğle vaktiydi. Alışılmışın dışında ortalık huzurlu görünüyordu. Birkaç dakika önce ilk ezanın okunmasının ardından ikinci ezan okunmaya başlandı. İnsanların çoğu, iki farklı ezanın arka arkaya okunmasının saçmalığına alışmış gibiydi. Bu sırada insanlar Demokrasi Meydanı’nda bir yerden bir yere giderek geziniyordu. Bir adam, dakikalarca Cumhuriyet Anıtı’nın yanında yüzü Huzur Park’a doğru dönmüş vaziyette bekliyordu. Hiç kimse onun ne yaptığının farkında değildi. İnsanlar adamın yanından geçip gidiyor ancak adamın orada dakikalarca kıpırdamadan durduğunun farkında değildi. Sonunda yaşlı bir teyze adamın yanına sokularak,

“Evladım ne yapıyorsun burada?” dedi.

Ancak adam hiçbir şey demedi. Sadece orada robot gibi duruyordu. Adamın arkasında kalan tramvay durağından hiçbir farkı yoktu. Yaşlı teyze şaşkınlıkla adama bakakalmıştı. Adamın ne yaptığı konusunda hiçbir fikri yoktu. Bu durumu aklı kavrayamamıştı. Öylece yüzü Huzur Park’a dönmüş halde kımıldamadan duruyordu. Nerdeyse adamın kirpikleri bile hareket etmiyordu. Kirpikleri hareket etse bile yaşlı teyzenin kalın çerçeveli gözlüklerinin arkasından bu eylemi görmesi olanaksız görünüyordu. Çok geçmeden onlarca kişi adamın çevresini sarmıştı. Şaşkın gözler her dakika artıyordu. Tam bu sırada kalabalığın şaşkın bakışları arasından Huzur Park’ın içinden uçarak gelen kar beyazı ve siyah renkli iki güvercin, hareketsiz duran adamın ayaklarının dibine kondu. Bir süre güvercinler adamın etrafında dolaşmasının ardından siyah renkli güvercin hareketsiz duran adamın sağ omuzuna konarken kar beyazı güvercin adamın sol omuzuna konmuştu. Bu ilginç olayı şaşkın gözlerle izleyen kalabalığı fark eden bir grup polis, telaşla kalabalığa doğru koştu. İçlerinden biri,

“Neler oluyor burada?” diye bağırdı sert bir ifadeyle! Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Polisin sesinden ürken kar beyazı güvercin, adamın sol omuzundan beyaz kanatlarını ağır ağır çırparak gözden kaybolmuştu. Çok kısa bir süre içinde siyah güvercin de uçup gitmişti. Polisler öylece hareketsiz duran adamın yanına yöneldiler. Sert bir ifadeyle bir süre adamı süzdüler. Gerçekten de adam hareketsiz duruyordu. Polislerden biri elinde tuttuğu copu tam adamın yüzüne patlatacaktı ki içlerinden biri o polisin kolundan tutarak,

“Ne yapıyorsun sen?” dedi.

“Görmüyor musun? Adam bizi protesto ediyor.”

“Saçmalama! Adam hiçbir şey yapmıyor ki öylece duruyor. Ne protestosu?”

‘‘Belki de içeriden bize küfrediyordur. Dur hele! Şuna okkalı bir tokat yapıştırayım da kendine gelsin.”

“Bize sövdüğünü nerden anladın ki adamın dudakları da kımıldamıyor.”

“Bak, bak!”

“Şuna da bir bak! Nasıl da bize hakaret ediyor.”

“Ya iyice saçmaladın sen! Adam konuşmuyor ki bize nasıl hakaret etsin?”

“Hayır hayır! Adam bize düşünceleriyle hakaret ediyor. Gıcık oldum bu herife! Bırak döveyim şunu da aklı başına gelsin!”

“Hey, kendine gel! İnsanların önünde bizi küçültüyorsun; yapma!” Görev aşkıyla yanıp tutuşan o polis,

“Peki, şimdi ne yapacağız o zaman!” deyince, iki tartışan polisi dikkatlice dinleyen diğer polis şunları söyledi:

“Ben, şimdi amirimizi arayacağım. O bizim ne yapacağımızı bilir.” dedi.

Her iki polis de başlarını hafifce sallayarak onaylar gibi işaret çaktı. Daha sonra “Hadi, ara bakalım!” dedi içlerinden biri, Polis amirini aradığında sözlerine şöyle başladı:

“Efendim!”

Amir, gür sesiyle “Evet,” dedi ve ekledi:

“Ne oldu?”

“Amirim, Demokrasi Meydanı’nda ilginç bir vaka ile karşılaştık. Polis arkadaşlarımla birlikte ne yapacağımızı şaşırdık.”

“Peki, ne oldu anlatsana!” dedi Amir sert bir ifadeyle!

“Efendim, adamın biri yirmi dakikadır meydanda yüzünü Huzur Park’a dönmüş halde öylece hareketsiz duruyor. Bizi protesto mu ediyor yoksa manyağın birine mi çattık; biz anlayamadık. Bence o genç eylemsiz hareket ederek bize karşı direniyor.”

“Oğlum, ne saçmalıyorsun sen! Şunu doğru düzgün anlat.” dedi Amir şaşkınlıkla!

“Efendim, nasıl anlatacağımı ben de bilmiyorum ki görmeniz lazım. Diyorum ki sanki herif Büyük Önder’e karşı tek başına direniyor. Sabit bir vaziyette durarak eylemsiz hareket ederek direniyor gibi görünüyor. Adam göz bile kırpmıyor. Göz kırpmış bile olsa ben bunu fark etmedim. Cumhuriyet Anıtı’nın yanında Robot gibi öylece duruyor. Eylemsiz durarak eylem yapan bir genci nasıl gözaltına alalım. Adam hiçbir şey yapmıyor ki öylece duruyor. Üstelik adamın etrafında büyük bir kalabalık toplandı. Efendim şimdi ne yapalım? Şaştık kaldık!”

Amir, bir süre cevap vermeden ne yapacağı konusunda derin düşüncelere daldı gitti. Polis memuru,

“Efendim orada mısınız?” Deyince amir bir anda irkilerek,

“Evet, buradayım buradayım.” dedi. Polis memuru,

“Peki, ne yapacağız şimdi? Ne emrediyorsun?” diye tekrar sordu.

"Hiçbir şekilde müdahale etmeyin. Sana döneceğim. Tamam mı?”

Polis memuru, “Tamam, amirim!” diyerek telefonu kapattı ve polis arkadaşlarına dönerek durumu izah etti. Amir de önce Emniyet Müdürü Savaş’ı arayıp durumu anlattı. Emniyet Müdürü Savaş da İki Kıtalı Şehir Valisi Sadık’ı aradı. Vali Sadık da Başdanışman Ferit’i arayıp durumu izah etti. Bu telefon görüşme trafiği süreci tamamlandığında neredeyse bir saat geçmişti. Adam da hâlâ hareketsiz öylece hiçbir yaşam belirtisi yokmuş gibi duruyordu. Nihayet beklenen telefon gelmişti.

Amir, telaşla o polis memurunu arayarak,

“Namussuzu hemen gözaltına alın.” diyerek telefonu kapattı. Tüm polisler aniden adamın üzerine çullanarak genci gözaltına aldı ve bölgedeki en yakın polis karakoluna götürdüler.

Bu sıra dışı ilginç olay sosyal medyada ‘Eylemsiz Dikilen Adam Eylemi’ olarak adlandırıldı. Bu protesto şekli o kadar benimsenmişti ki Yarımada Cumhuriyeti’nin dört bir yanına yayıldı. Artık şehir meydanlarında ve sokaklarda ‘Eylemsiz Dikilen Adamlar’ yahut ‘Kadınlar Her Yerdeydi.’ Bu eylemler IAP iktidarını çılgına çevirmişti. Çünkü hükümet gençlerle baş edemiyor ve ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. Nihayet parlak bir fikir bulunmuştu. Ama iktidarın çözümü bu olağanüstü protesto biçiminden daha olağanüstüydü.

Gençlerin durarak eylemsiz düşünme hareketi, Yarımada Cumhuriyeti İktidarını cebren ortadan kaldırmaya ve engellemeye yönelik teşebbüs olarak değerlendirildi. Ancak iktidarın bu yaptırımı gülünçtü. Çünkü olduğu yerde durarak düşünen bir adam nasıl gözaltına alınabilirdi? Hükümetin bu acizliği tepkiden çok alay konusu olmuştu. 

­­­

İki Kıtalı Şehir’de ilginç eylemler ve tutuklamalar yaşanırken, Başşehir Angora’da bambaşka bir hikâye vardı. Eylemsiz Dikilen Adam Eylemi diye adlandırılan protestonun üzerinden birkaç saat geçmişti. Yeşil Saray’ın organizasyoncuları tarafından daha önceden planlanan miting günü gelip çatmıştı.

Miting alanı nispeten ‘Dokunulamaz Büyük Reisler Meclisi’ne yakın bir yerdeydi. Alanda olağanüstü güvenlik önlemleri alınmıştı. Miting alanı oldukça kalabalık görünüyordu. Ancak Büyük Önder’in daha önce söylediği gibi milyonlarca kişi de yoktu. Büyük kalabalık çılgınca liderlerini bekliyordu. Bu çılgınlığın içinde meydanda sloganlar atılıyor ve şarkılar söyleniyordu. Hatta ‘Çok Yaşa Büyük Önder’ adlı bir şarkı bile bestelemişlerdi.

 

♫Kükreyince Önder kimse duramaz önünde!♫  

♫Ne muhalefet ne de yağmacılar!♫

♫O, iki bıyığının uçları ayrı yönlere doğru koşunca,♫

♫Biz, delicesine coşarız. Miting alanlarında…♫

♫Gülümsemesi ayrı güzel, öfkesi başka güzel…♫

 

♫Tanrım! O, ne büyük lider!♫

♫Ah, ruhlarımız buluştu cami avlusunda, meydanlarda,♫ 

♫Önder’i gönülden kucakladık. Nedensiz sevdik.♫

♫Rehberimiz oldu yıllar önce,♫

♫Taşıdı bizi yarınlara…♫

♫Çok yaşa! Çok yaşa!♫

♫Çok yaşa Büyük Önder çok yaşa♫

Büyük Önder miting alanına geldiğinde kendisini coşkulu bir kalabalık karşılamıştı. Önder, bu coşkulu kalabalığı görünce nadide gülümsemesi belirmişti. Her zamanki gibi bıyığının iki ucu ayrı yönlerde koşuyordu. Kendisi için bestelenen şarkıyı işittiğinde keyiflendikçe keyiflendi. Önce coşkulu kalabalığı selamladı ve sözlerine “Aziz vatandaşlarım!” diye başladı. Ve sözlerine şöyle devam etti:

“Yağmacılar veya bir başkası bizi doğru yolumuzdan döndüremez.”

Kalabalık bu sözlerin ardından adeta kendinden geçmişti. Alkış kıyamet koptu. Büyük Önder sağ eliyle kalabalığı el sallayarak tekrar selamladı. Ve şunları söyledi:

“Yağmacılar, sadece mağazalarımızı yağmalamakla kalmadılar. Aynı zamanda alçaklar, kutsalımız olan Yarımada Cumhuriyeti bayrağımızı yakacak kadar azgınlaştıkça azgınlaştılar.”

Bu sözlerin ardından meydandaki coşkunun yerine öfke ve kin kaplamıştı. Bu öfke o kadar büyüktü ki mitingi canlı yayınlayan Yoldaş Medya Grubun’nun TV kanalarından kalabalığın nefreti ve kini işitilebiliyordu. Kalabalık nefretle şöyle bağırıyordu:

“Ey, Büyük Önder bize izin ver! Demokrasi Meydanı’nı ve Huzur Park’ı darmadağın edelim.”

“Ey, Büyük Önder bize izin ver! Demokrasi Meydanı’nı ve Huzur Park’ı darmadağın edelim.”

Önder, eliyle durun diye işaret yapmasının ardından halkın yarısını sakinleştirmeye çalıştı ve miting alanındaki insanların bağırışları bir süre böyle sürüp gitti. Ancak bu kalabalığın mı; yoksa Büyük Önder’in mi daha öfkeli olduğu pek anlaşılamıyordu.

­­­

Neredeyse akşam saat onu geçmişti. Özgür kanepeye uzanmış halde televizyona bakarken uyuya kalmış, Umut da az önce hazırladığı koyu, sert kahvenin, oturduğu koltukta televizyona bakarak tadını çıkarıyordu. Düşünceli halde TV kanalları arasında gezinirken, bir kanal gözüne ilişti. TV kanalındaki münazara programına katılan birkaç gazeteci yazar, Demokrasi Huzur Park eylemleri sırasında yaşanan olayları değerlendiriyorlardı. Antiohya şehrinde bir polis memurunun göstericilere karşı müdahale etmeye çalışırken altgeçitten düşerek hayatını kaybetmesi olayı uzun uzun konuşulup durdu. Ancak eylemler sırasında hayatını kaybeden gençlerden tek kelime edilmiyordu. Polis memurunun özel bir törenle diğer tarafa nasıl uğurlandığını acı içinde anlatıp durdular. Söz döndü dolaştı ‘Eylemsiz Dikilen Adam Eylemi’ gerçekleştiren o gence sıra geldiğinde içlerinden biri şöyle diyordu:

“Eylemsiz Dikilen Adam Eylemini gerçekleştiren kişi gibi provokatörler olduğu sürece daha çok sayıda polis memurunun hayatını kaybetmesinden kaygı duyuyorum.”

Umut, soğukkanlılıkla ve sabırla münazara programı bitene kadar izledi. Programın bitmesiyle televizyonu kapattı.

Gülümseyerek, “Bu nasıl bir münazara programıydı böyle! Ortalıkta münazara falan yoktu. Tartışmasız geçen tartışma programı izlemek doğrusu ilginçti.” diyerek kendi kendine mırıldandı ve Özgür’ün uyuduğu kanepeye baktı.

“Şuna bak! Nasıl da uyuyor?” dedi başını hafifçe sallayarak! “Sanırım Özgür, benimle birlikte bu münazara programını izlemiş olsaydı. O, çoktan TV kumandasını televizyona doğru fırlatmıştı herhalde! Neyse ki uyuyor.” diyerek, kendi kendine konuşmasını sürdürdü.

Ertesi günün öğle vaktinde Umut ile Özgür evlerinin balkonunda oturmuş sohbet ediyorlardı. Bu sırada sosyal medya dün gece Baştaş Meydanı çevresinde yaşanan olaylarla çalkalanıyordu. Orantılı Çelik Kuvvet Polislerinin göstericilere şiddet dolu müdahalenin ardından kalabalığın içindeki çoğu insan çareyi meydana yakın bir camiye sığınmakla bulmuşlardı. Gençler sanki Tanrı’dan kaçıp Tanrı’ya sığınmış gibi bir ruh hali içindeydiler. Cami içinde yaralanan insanların ilk tedavileri yapılırken, aynı akşam Başşehir Angora Cumhuriyet Meydanı’na doğru protesto yürüyüşü yapan bir grup cübbeli avukata, Orantılı Çelik Kuvvetleri’nin sert müdahalesi çok gecikmeden gelmişti. Avukatlar yaka paça yakalanarak gözaltına alınmıştı. Ülkede yürümek de durmak da yasaklanmıştı. İnsanlar ne yapacağını bilemez halde şaşkındı. Sosyal medyada yaşanan bu vahim olayların görüntüleri resim sergisinde sergilenen tablolar kadar sanatsaldı.

Dün gece yaşananlarla ilgili açıklamalar peş peşe gelmeye başladı. Tabii ilk açıklama Yeşil Saray'dan geldi. Büyük Önder yeniden kameraların karşısına geçti ve soğukkanlı ifadeleri şöyle oldu:

“Baştaş’ta yer alan kutsalımız olan camiye yağmacılar ayakkabıyla girerek alkol içerek âlem yaptılar. Kutsalımızı kirlettiler. Birkaç gün önce de yağmacılar tarafından başörtülü genç bir bayanı sıkıştırılarak çirkin saldırılarda bulundular. Vahim olayları yakından araştırıyoruz. Bu saldırganlar en kısa sürede adalet karşısına çıkarılarak önce yüce yargımıza sonra Yarımada halkına hesap verecekler.”

Büyük Önder’in açıklamalarından yarım saat sonra Orta Reis, basının karşısına geçerek, “Maalesef camide alkol tüketildiğine dair ciddi kamera görüntüleri var. Bu görüntüleri en kısa sürede yayınlayarak kamuoyuna sunacağız. Araştırmalarımız devam ediyor.” diyerek, durumun hassasiyetini gözler önüne seriyordu. 

Ve Ortanca Reis’ten sonra başka bir Orta Reis de bu husus ile ilgili bazı açıklamalarda bulundu. Arkasından da Küçük Reisler tek tek açıklamalarda bulunarak birbirlerini tasdik edercesine desteklediler. Küçüğü ortancası tüm Reisler tek bir ortak noktada buluşmuşlardı. Ancak Muhalif Kerim’in bambaşka bir teorisi vardı.                            

Toplumun farklı kesimlerinden gelen çarpıcı açıklamaların ardından kısa bir süre sonra camii müezzini samimi bir açıklamada bulunarak şunları söyledi:

“Ben, kendimi Tanrı’ya adayan biri olarak söylüyorum. Cami içinde içki içen bir kişi bile görmedim. Yalan söyleyemem. Caminin içinde içki içilmemiştir.”

 Yaşanan bu olayların üzerine Özgür şöyle dedi:

“Dostum ne düşünüyorsun? Olaylar iyice işin içinden çıkılmaz bir hal aldı.”

“Ona tâbi olan herkes şiirsel konuşsa da unutulmamalıdır ki Büyük Önder riyakâr, mağrur olduğu kadar ayartıcıdır.” dedi Umut. "Hiç şüphe yok ki gerçek zaten yakında ortaya çıkacak" diye de ekledi.

Özgür bezgin bir yüz ifadesiyle,

“Dostum, bu sözlerinize ne diyeceğimi bilemiyorum" dedi.

Bunun üzerine Umut arkadaşının omuzunu içtenlikle sıktı ve şöyle dedi:

“Haklı mücadelemizi sadece bedenen değil, ruhen de devam ettirmeliyiz. Faşistlerle mücadelenin kolay olması beklenemez. Bunu benden daha iyi biliyorsun değil mi Özgür?”

“Evet, haklısın dostum! Haklısın.” diyerek karşılık verdi Özgür ve masanın üzerinde duran sigara paketinin içinden bir dal sigara aldı.  

Yaşanan bu olayların üzerinden neredeyse tam bir hafta geçmişti. Geçen bu sürede direniş ve eylemler sürüyordu. Demokrasi Meydanı'ndaki Güven Caddesi'nde bir anda sadece polis değil, sopa ve bıçak benzeri kesici aletlerle gençleri kovalayan kimliği belirsiz bir grup belirdi. Bu grubun gençlere olan saldırgan tavrı hakkında muhalefet ve bağımsız basında çıkan haberlerde, belli ki Büyük Önder’in geçen haftaki mitinginin etkisi olduğu konusunda ortak görüşte birleşmişlerdi. Bazı iddialara göre bu grubun başındakilerin provokatör sivil polisler olduğu söyleniyordu. Ayrıca sosyal medyayı aktif kullanan kişiler, (VHP) Vatandaş Vekilleri, bağımsız basında yer alan muhalif gazeteci ve yazarlar tarafından bu provokatör grup hakkında kamuoyuna ciddi uyarılarda bulunuldu. Toplumun içinde sıradan insanlar gibi yaşıyorlardı. Dışarıdan bakıldığında görünüşleri insanı andırıyordu ama değillerdi. Bunlar RoboCops’tan daha ürperticiydiler. Çünkü onlar gölgelerin içinde yaşıyorlardı.

“Cami vakası olayı” diye adlandırılan olayın üzerinden saatler ve günler geçmişti. Kamuoyunda yayınlanacak denilen kamera görüntüleri hâlâ yayınlanmamıştı. Anlaşılan soruşturma hâlâ sürüyordu. Ülkedeki birçok kesim bu görüntüleri merak içinde beklerken, Yeşil Saray ise derin sessizliğe bürünmüştü.

­­­

Yeşil Saray’daki eski güzel günlerin yerine gergin bir hava gelmişti. Büyük Önder koca sarayın içinde dolaşırken kimi görse sebepsiz yere bağırıp çağırıyordu. Genelde çok sinirli olduğu zamanlarda yaptığı davranıştı bu… Sarayda çalışan kesim danışmanlara göre daha şanslıydı. Çünkü çalışan kesimin Önder’le karşılaşma olasılığı danışmanlara göre daha düşüktü. Sarayda çalışan uşaklar ve danışmanlar nasibini almıştı. En çok nasiplenen de Başdanışman Ferit olmuştu. Sanki canı sıkıldıkça stres topuyla oynar gibi onunla oynuyordu. Önder her zaman öfkeliydi. Ama hiç bu kadar öfkeli olduğu görülmemişti. Neredeyse akşam ezanı okundu okunacaktı. Oturduğu masanın üzerinden telefonu aldı ve Din İşleri Birliği Başkanı Mehmet’i aradı. Din işleri Birliği Başkanı Mehmet telefonu açtığında kulağında şiddetli ses işitti:

“Sen ne yapıyorsun?”

Duyulan yüksek sesin paniğiyle, “Efendim, abdest aldım ve şimdi namaz kılacaktım.” dedi Din İşleri Birliği Başkanı Mehmet alçak sesle…

“Hey, kendine gel ahmak! Ben sana bunu sormadım ki saçma sapan konuşuyorsun. Sen iyice kafayı yedin herhalde!”

“Ne? Anlamadım!”

“Diyorum ki seni o koltuğa bostan korkuluğu ol diye mi atadım. Bir hafta geçti ve beni yalanlayan o cami müezzini bozuntusu herif hâlâ aynı camide görevini sürdürüyor.”

 Telaşla, “Tamam tamam! Şimdi anladım efendim!” dedi Din işleri Birliği Başkanı Mehmet.

Büyük Önder, öfkeyle şöyle cevap verdi:

“Aradan bir hafta geçmiş, sen hâlâ yeni mi anladın. Ne oldu sana? Sen böyle değildin. Neyse ne yapacağını söylememe gerek yok herhalde!”

“Yok, efendim!”

“İyi, tamam o zaman.” diyerek telefonu aniden kapatıverdi Önder.

Başşehir Angora Yeşil Saray’ın sessiz odalarında yapılan telefon görüşmelerinin trafiği devam ederken, İki Kıtalı Şehir'deki kafa karıştıran Cami olayının bulmacası çözülerek nihayete ermesi bekleniyordu.

Kafa karıştıran olayların bir diğeri de Önder’i haftalar önce derin üzüntüye boğan ‘Başörtülü kadın olayı’ da nihayete kavuşması gereken olayların başında geliyordu.

Baştaş Meydanı'na nispeten yakın bir tramvay durağında, gizemli başörtülü kadının çocuğuyla birlikte başına geleceklerden habersiz beklerken, bir anda kimliği belirsiz kişiler durağa yönelince başörtülü kadın tedirgin oldu. Kadının maruz kaldığı korkunç saldırının etkisiyle kadının yaşadığı dehşet dolu anlar gözlerinde belirgindi. Bu korkunç saldırı Yarımada halkını derinden sarsmıştı. Günlerce akşam saat sekiz haberlerinin konusu olan en kışkırtıcı hikâyesi olmuştu. Televizyon ekranlarındaki münazara programlarının vazgeçilmez konusuydu. Saldırıya uğrayan kişinin başörtülü bir kadın olması düşüncelerdeki kaygıyı güçleştirmişti. Ve işler daha da çıkılmaz bir hal almıştı. Karalamalar televizyon ekranlarında sürdükçe sürdü. Saldırıyı gerçekleştiren kişilerin protestocu gençler olduğu konusunda kamuoyu hemfikirdi. Hatta bazı tartışma programlarına katılan gazeteci yazarlar bile olayı bizzat gördüklerini iddia ettiler. Ancak geniş çaplı araştırmanın sonucunda gerçek ortaya çıktığında, ülkenin yarısı diğer yarısına göre daha şaşkındı.

Protestocu gençler meşakkatli yolcuğun ağırlığını üzerlerinde hissediyorlardı. Ancak karalamalar ve suçlamalar onları yıldırmamış, aksine güçlendirmişti. Ellerinde tuttukları sihir ise her zamanki gibi mizahtı. Gençlerin, somurtkan yüzleri gülümsetiyor olmaları, üzerlerindeki ağırlığı hafifletiyordu sanki. Tek amaçları vardı. Demokrasi Meydanı’ndaki özgürlüğün yüreğine, yani Huzur Park’a ulaşabilmekti. Ancak buna ulaşabilmenin zorluğu, daha direnişin ilk gününden belliydi.

İki Kıtalı Şehir’de bir akşam vaktiydi. Havanın kararmaya yüz tutmuş saatlerinde kalabalıklar arttıkça artıyordu. Sanki şehrin yarısı kendini sokaklara, meydanlara atmıştı. Ellerinde protesto pankartları, yüreklerinde umut vardı. Bu kalabalığa sadece protestocu gençler diye söz etmek güçleşiyordu. Çünkü pratikte bu kalabalığı ifade etmenin en basit yolu halktı. Kalabalıklar sadece İki Kıtalı Şehir’de değil, Başşehir Angora’da, Smyrna şehrinde ve diğer birçok şehirde yoğun kalabalıklar arttıkça artıyordu. İnsanlar alevler içinde yanan tek bir ateşin etrafında toplanmışlardı. İnsanlar Demokrasi Meydanı’nı dört koldan kuşatmıştı. Şiddetli çatışmalar Özgürlük, Kültür, Barış ve Kurtuluş caddelerinde sabahın ilk saatlerinin sonuna kadar sürdü. Sonunda Orantılı Polis Teşkilatı Kuvvetleri halk karşısında aciz kalmasının ardından polis güçleri Demokrasi Meydanı’ndan geri çekilmek zorunda kaldığında Huzur Park’ın üzerindeki güneş her zamanınkinden daha fazla parıldıyordu. Demokrasi Meydanı Huzur Park’ındaki her bir ağacın özlem dolu bekleyişi sona ermişti. Kuşlar ağaçların tepelerinde dans ederken, Halk ve Huzur Park sevgi dolu iki kalbin buluşması gibi kucaklaştı.

Gençler, ulaşılamaz denilen Meydan’a ulaştıklarında, utancın izlerini üzerinde taşıyan bu olayı tarihin sayfalarına geçecek bir devrim olarak nitelendirdiler.





ALTINCI BÖLÜM 
İKİ GÜNLÜK ÖZGÜRLÜK







DEVRİMİN BİRİNCİ GÜNÜ


D

 

evrimin ilk saatlerinde insanlar o kadar zafer sarhoşluğunun içinde kayboldular ki ne yapacağını bilemez halde oradan oraya koşturuyorlardı. Gerçekleştirdikleri eylemin coşkusunu içlerinde yaşarken dudaklardan dökülen hep aynı şarkı vardı. Hep aynı slogan vardı. Her zaman aynı tutkunun gözlerine yansıyan o büyük şiddetli duygu belirgindi:

 

“Her yer demokrasi, her yer polis!”

“Her yer direniş, her yer özgürlük!”

 

İster Park Meydanı'nda ister parka giden yol üzerinde olsun, her bir genç Huzur Park'ın neresinde olursa olsun, gençlerin soludukları bol oksijenin etkisi özgürlüktü. Özgürlüklerini doyasıya solumanın keyfi gözlerinde belirgindi. Demokrasi Meydanı'na zar zor ulaşan gençler, olayı bir devrim olarak nitelendirmişlerdi. Aslında burada kastedilen, tasavvur edilen kavramsal devrimden çok zihinsel devrimden bahsetmeleriydi. Onlara göre devrim, güçlü bir iradeyle zihinlere örülmüş beton blokların kırılmasıyla ulaşılan özgürlüğün kavramsal adıydı.

İnsanların yüzlerine yansıyan mutluluk huzur doluydu. Herkes kendi halinde bir iş tutmuş orada burada geziniyorlardı. Bu sırada Umut ve Özgür Huzur Park’ın girişindeki merdiven basamaklarına oturmuş halde keyifle Cumhuriyet Anıtı’nı seyrediyorlardı. Özgür, cebinden çıkarttığı sigara paketinden arkadaşı Umut’a bir dal sigara uzattı. Bir sigara da kendisi yaktı ve derinden fırt çekerek şöyle dedi:

“Umut! Dostum!”

“Evet!” diye cevap verdi Umut. Özgür, merakla,

“Şimdi kendini nasıl hissediyorsun bakalım?” diye sordu.

“Dostum, kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim. Aslında ‘Kendimi hiç bu kadar özgür hissetmemiştim’ desem kendimi daha iyi ifade etmiş olurum doğrusu!

“Bu duygu, düşüncelerimin içinde terk edilmiş evin eşyalarını örten toz ve örümcek ağları gibi eski hatıralarımda yüz tutmuştu. Bu hatıralar gün yüzüne çıkması güzel olduğu kadar bu duyguyu tekrar yaşamak tarifi olmayan bir güzellik olduğunu bilmek de memnunluk verici bir şey.” dedi Umut ve sözlerine şöyle devam etti:

“Peki, şimdi ne olacak?”   

“Evet, bunu gözlerinde görebiliyorum.” dedi Özgür tatlı bir gülümseme edasıyla ve ekledi:

“Bunu kim bilebilir ki dostum? Bence anın tadını çıkarmak en doğrusu!”

İki yakın arkadaşın sohbetleri huzur dolu ortam içinde devam ederken gençlerin telaşı bambaşkaydı. Gençler parkı bir güzel temizlemelerinin ardından parkta patika yolun aşağısında kalan alanda rengârenk çadırlar tekrar kuruldu. Aslında kurulan çadırlar parkın her bölgesinde mevcuttu. Kurulan her bir çadıra bir isim verdiler. Bu isimler direnişte hayatlarını kaybeden insanların adlarıydı. Bazı çadırların adı Yusuf, bazılarının Hüseyin ve bazılarının da adı Deniz konulmuştu. Huzur Park Meydanı’na kocaman bir pankart astılar. Bu büyük pankartta Demokrasi Huzur Park Eylemleri sırasında hayatını kaybeden gençlerin adları ve fotoğrafları vardı.

“Deniz, Yusuf, Hüseyin, Mahir, Sinan, Taylan, Alpaslan, Vedat ve Cihan!”

Huzur Park’ın yüreğinden geçen geniş yol bir girişten diğer girişe kadar boylu boyunca uzanan sihirdi. Yani, Özgürlük Caddesi'ne bakan girişinden parkın büyük otellerin bulunduğu caddeye bakan diğer girişine kadar uzanan geniş bir yoldu. Gençlerin özverili gayretleri, öğrenci toplulukları, sivil toplum kuruluşları ve halkın bireysel yardımlarıyla devrim yolu diye adlandırılan bu yolun kenarlarında birbiri ardına küçük dükkânlar kuruldu. Devrim Eczanesi, Devrim Market, Devrim Manav ve Devrim Büfe gibi birçok dükkân vahşi Kapitalizme inat, karşılıksız olarak insanların genel ihtiyaçlarını karşılayan dükkânlardı. Huzur Park’ın rengi yeşildi ama burada paraya da ihtiyaç yoktu. Yarımada Cumhuriyeti’nin paraya ihtiyaç duyulmayan tek yeriydi. Çünkü insanlar hiç olmadığı kadar birbirine kenetlenmişti. İnsanlar paylaşımcı olduğunda, kendi ruhundan bir şeylerin eksilmeyeceğini ve bu endişeyi taşımanın da anlamsız olduğunu gençler tüm dünyaya en somut örneğiyle göstermişlerdi. Ancak bu gerçeği kavrayabilecek çok az insan vardı.

Parkta insanlara günde üç öğün yemek dağıtılıyor. Demokrasi Meydanı’na yakın yerlerde çalışan kesim olmak üzere ve yolu Huzur Park’tan geçen herkes bu hizmetten ücretsiz yararlanabiliyordu. Aynı zamanda eylemler sırasında yaralanan insanların ilk müdahaleleri Devrim Çadır Sağlık Merkezi’nde gönüllü görev yapan doktorlar ve hemşireler tarafından yapılıyordu. Devrim Marketinde de yiyecek içecek dışında bir yağmacının genel ihtiyacı olan maske, limon vesaire, tüm malzemeler ücretsiz olarak dağıtılıyordu. Tüm bunların yanı sıra sosyal aktiviteler de unutulmamıştı. Huzur Eğitim Çadırı adı verilen yerde günde iki kez ve bir saat süren kısa bir kurs tadında insanlar deneyimli eğitmenler ışığında bilgilendiriliyordu. “Yağmacıların Yaşamı” adlı dersin konusu üç ana bölümden oluşuyordu.

·         Yağmacının Orantılı Çelik Kuvvet Polisleri veya RoboCops ile karşılaştığında yapılması gereken unsurlar nelerdir?

·         Yağmacının Halk Direniş Şehir Tankı ile karşılaştığında yapılması gereken şeyler ne olmalıdır?

·         Yağmacıların provokatörlere karşılaşıldığında yapılması gereken unsurlar nelerdir?

İlk maddede konusu geçen Orantılı Çelik Kuvvet Polisleri veya RoboCops ile karşı karşıya kaldığınızda, onlara karşı mesafenizi koruyarak ve birlikte durarak barışçıl protestonuzu sürdürün, ancak şiddete asla şiddetle karşılık vermekten kaçınmalısınız. Eğer sayı olarak az kişiyseniz onlardan kesinlikle uzak durmanız sağlığınız açısından büyük fayda sağlayacaktır. Maskeniz ve limon benzeri malzemeleriniz olmadan asla gösterilere katılmayınız. Ayrıca polislerin eylemlerini fotoğraflamayı ve video görüntülerini sosyal medyada yayınlamayı unutmayın.

İkinci maddenin konusu olan Halk Direniş Şehir Tankları ile karşı karşıya kalındığında kaç kişi olduğunuza bakmaksızın oradan var gücünüzle kaçın.

Üçüncü maddede bahsi geçen kimliği belirsiz provokatörlerle karşılaşıldığında yapılacak en önemli eylem şöyle olmalıdır. Provokatörleri alandan uzaklaştırmadan önce, onları fotoğraflayın ve özellikle video çekip sosyal medyada yayınladıktan sonra o bölgeden uzaklaştırın. Aslında provokatörlerin bir an önce o bölgeden uzaklaştırılması daha doğru olacaktır. Çünkü mutlaka bir arkadaşınız provokatörlerin görüntülerini çekebileceğini unutmayın Bu ihtimali her zaman aklınızda tutun.

Ayrıca deneyimli eğitmenlerin kursiyerlere ders sonlarında bazı önemli tavsiyeleri şöyleydi:

“Şunu asla unutmayın ki bir yağmacının yaşamı zordur. Karşınızdaki güçler sizin bedenlerinizi, ruhlarınızı ve zihinlerinizi darmadağın etmek istiyorlar. Evet, sizi parçalamak isteyen güçler, her dâim olacaktır. Belki de ileride bugünkü kadar sizi destekleyen kitleler olmayacaktır. Buna hazırlıklı ve kararlı olun. Mizah anlayışınızı koruyun. Bu sizi güçlü kılacaktır. Daima soğukkanlı ve sükûnetli olun ki bu sizin doğru kararlar vermenizi sağlayacaktır. Haklı protestolarınızı barışçıl ve bilinçli olarak yapın ancak kendinizi de çok iyi koruyun. Çünkü insan hayatının özgürlüğünüz kadar değerli olduğunu unutmayın.”

Huzur Park Meydanı’nın çevresine Huzur Bostanı yapıldı. Devrim Yolu üzerine Huzur Kütüphanesi kuruldu ve Huzur Resim, Karikatür sergisi açıldı. Cumhuriyet Anıtı ile Park girişi arasındaki alana Huzur Hatıralar Panosu yerleştirildi. Park Meydanı'ndaki alanına uygun Huzur'un Sesi adlı küçük bir sahne de çeşitli etkinliklerin düzenlenmek üzere kuruldu.

Böylelikle Huzur'un Sesi sahnesine çıkacak olan gençlerin duygularını ifade edecek şarkılar söylenmesi, günün anlam ve önemini anlatan şiir ve sözler okunması gibi etkinliklerin yapılabileceği düşünülmüştü. Bu etkinliklerin en kısa sürede başlayacağına yönelik tüm hazırlıklar yapılmıştı. Aynı zamanda kısa sürede mizahi Huzur Resim, Karikatür sergisinde Demokrasi Huzur Park Eylemlerini anlatan sanatsal resimler sergilenmeye başlanmıştı. Ayrıca çok kısa bir sürede insanlar yaşadıkları acı dolu anılarını, geleceğe dair beklentilerini anlatan mizahi bir üslupla kâğıtlara yazdıkları esprilerle dolu notlarını Huzur Hatıralar Panosuna büyük bir keyifle asmışlardı. Bilhassa Hatıralar Panosuna asılan notlar, Yoldaş Medya Grubu, Orantılı Polis Teşkilatı, Büyük Önder ve IAP iktidarı ile ilgili esprili yazılarla pano dolup taşmıştı. Bu etkinlik, yağmacıların resim ve karikatür sergisiyle birlikte en çok rağbet edilen ve en sevilen etkinlikler haline gelmişti.      

Öğle vaktini birkaç saat geçmişti. Özgür, meydandaki tramvay durağının karşısındaki dükkânlardan birine girip iki paket sigara alıp Huzur Park’a geri döndüğünde Umut’u çadırın başucunda çimlerde oturmuş derin düşünceli bir halde buldu.  

“Daha önce görülmemiş bir güzellik Demokrasi Meydanı, Cumhuriyet Anıtı, Güven, Barış, Kültür ve Özgürlük Caddelerini kuşatmıştı. Sanki harika genç bir kadının tüm güzelliğinin ışıltısı her yeri kaplamıştı. Beyaz tenli masum yüzündeki hüzünlü bakışlarının ardına gizlenmiş tatlı gülümsemesi belirirken her bir sokağı selamlıyordu. Dalgalı kızıl saçları da tüm Huzur Park’ı sarmıştı. Hele parıldayan o koyu yeşil parlak gözleri çok güzeldi ama ince zarif kaşlarında başka bir güzellik vardı. Öyle bir büyünün içinde kayboluyordu ki insan hangisinin daha güzel olduğunu ayırt edemiyordu. Ancak bu kayıp, korkunç biber gazının içinde kaybolması gibi bir şey değildi. Her bir insanın hayallerinde düşlediği o şeyin güzelliği içinde keşfedilmemiş âlemlerde kaybolması gibiydi.

O güzelliğe vardığınız an sizi bekleyen o şeyin özgürlük olduğunu anlarsınız. Ancak daha önce bilmediğiniz, kavrayamadığınız o şeyle karşılaştığında ne yapacağınızı bilemezsiniz. O şeyi anladığınızı sandığın an düşten uyanır ve kendi gerçekliğinizle baş başa kalmanız uzun sürmez.” Umut, bu derin düşüncelere dalmışken arkadaşının sesiyle kendine geldi.

“Bir yerlere dalıp gitmişsin öyle. Ne düşünüyorsun? dedi Özgür merakla!

“Hiç, hiçbir şey!” dedi Umut sakin bir tavırla… “Sigarayı aldın mı?”

“Evet, aldım da! Hayırdır?” dedi Özgür mânâlı bir bakış atarak. Hiçbir şey yokmuş gibi,

“İyi, o zaman!” dedi Umut ve “Sigara paketini ver de öğle yemeğinden sonra sigara keyfi yapalım. Acaba şu anda Yasemin ne yapıyor? Dur hele şu kızı bir arayayım.”

Arkadaşının dalgın hali konusunda daha fazla üstelemeden, “Hayır, dur! Onu arama şimdi!” dedi Özgür telaşla…

“Neden ki?” diye sordu Umut şaşkınlıkla…

“Ya, Yasemin’le meydanda tesadüfen az önce karşılaştım ve akşama doğru bizim yanımıza uğrayacağını söyledi. Şimdi arkadaşlarının yanındaydı. Belli ki meşguldü. Çok fazla konuşamadık zaten ve sana çok selam söyledi.” dedi Özgür…

Umut, gülümseme edasıyla,

“Tamam, anladım. Peki, devrim yemeği nasıldı? Beğendin mi?” diye sordu.

“Dostum Umut! Yemek lezzetli ve farklıydı.”

“Nasıl farklıydı?”

“Şöyle ki bu kurulan büyük sofranın etrafına toplanan insanların aklından geçen düşünceleri yüzlerine yansıyan ifadelerine göre şunu söyleyebilirim. Saraylarda veya lüks restoranlarda kurulan sofraların etrafında toplan insanların yüzlerine yansıyan mutluluğun bir maskeden ibaret olduğunu anlamak çok da zor değil aslında… Çünkü sofrada tabakların içinde her bir yemeğin arka planında sömürgecilik anlayışı olduğu düşünüldüğünde yüzlerdeki gülümsemelerin ne kadar sahte olduğunu anlamamı sağlıyor. Ancak kurulan devrim sofrasında belki lüks sofralardaki gibi çok fazla çeşit yemek yok ama buradaki asıl mesele zaten çok fazla çeşitli yemeklerle donatılan sofralarla ilgili değildir. Bu yemeklerin sofralara nasıl geldiği ile ilgilidir. Dolayısıyla insanların tek bir amaç doğrultusunda paylaşımcı olduklarında, onların yüzlerindeki gerçek mutluluğa doğru açıdan baktığında bunu herkes görebilir. Yoksullar, zenginlere göre paylaşımcı olmanın değerini kavrayabilen insanlardır. Bu bilince varabilen insanlar elindeki küçük şeyleri samimiyetle paylaştığında mutluluğu yakalarlar. Zenginler de istismar ederek mutluluğu yakaladığını zannederler. Ancak bu mutluluk değildir. Sadece fark edilemeyen bir maskeden başka bir şey değildir.” dedi Özgür.

Umut, arkadaşının uzun konuşmasını kesmeden sabırla dinledi. Ve şöyle cevap verdi:

“Ah, evet öyle! Doğru söylüyorsun da dostum. Ancak tüm yoksulların bu bilince vardıklarını söylemek doğru olmadığı gibi tüm zenginlerin bilinçsiz ve istismarcı olduğunu söylemek de yanlış olur. İnsan doğası gereği kötü bir varlıktır. Kötülük olmadan da iyilik olamaz. Yani kötülük denen şey var olduğu için iyilik vardır. Bu nedenle İnsan kendi içindeki kötülüğün farkına vardığında bir farkındalık yaratabilir. Eğer yeryüzündeki tüm zenginlikler insanlık arasında eşit olarak dağıtılmış olsaydı. Bir noktada insanlık yine birbirlerini yer bitirirdi. Çünkü çoban koyun misali, insanlar daima hükmetmeye ve hükmedilmeye doyumsuz açlık duyarlar. İki kavram arasında kalan insanlar da Sosyalizm ve Komünizm gibi akımları ortaya koymuştur. Bu kaçınılmaz mücadelede asıl önemli olan şey nerede durduğundur.”

Kısa bir sessizliğin ardından Özgür,

“Tamam tamam! Bu doğru ama bu kadar derin düşünmeye gerek yok. Bence! Boş ver. Bu güzel günün tadını çıkarmak en doğru şey; çünkü bu her zaman sürecek olan bir güzellik değil... Günün tadını çıkaralım. Boş ver!” diyerek gülümsedi.

Umut, aynı gülümsemeyle karşılık verdi ve birden oturduğu çimenlikten ayağa kalkarak,

“Ben kendime kahve alacağım. Sen bir şey ister misin?” diye sordu.

“Çay iyi olurdu.” dedi Özgür.

Umut geri döndüğünde sohbetleri kaldığı yerden öyle sürüp gitmişti. Bu sırada gençler Huzur Park’tan Demokrasi Meydanı’na doğru keyifle dolaşırken, bazıları da Demokrasi Meydanı’ndan Huzur Park’a doğru yürüyordu. Şimdilik burada yürümek de durmak da yasak değilmiş gibi görünüyordu. Demokrasi Meydanı’nda değişen şey sadece bununla sınırlı değildi.

Cumhuriyet Anıtı ve Huzur Kültür Merkezi binasına asılan Sosyalizm bayrakları, direniş pankartları ve dönemin devrimci gençlerinin fotoğraflarıyla süslenmişti. Tüm bu şeyler geçmişle bugün arasına sıkışmış dramın ruhunu yansıtıyordu. Ayrıca Özgürlük Caddesi’nin ve sokaklarında birbirine bakan binaların duvarları, IAP hükümeti, Büyük Önder ve polis aleyhine müthiş esprili yazılarla doluydu. Aslında gençlerin mizah anlayışı her yerdeydi.

 

Sokaklardaki esprili duvar yazıları ve pankartlar şöyleydi:

“Tanrı, ışıktan önce ampulü yarattı. Ama o bile pişman!”J

“Geleneksel gaz festivaline hoş geldiniz.”J

“3-5 ağaç bak sana neler yapıyor.”J

“Hiçbir parti altında direnmiyoruz. Biz halkız.”J

“Anlat Önder anlat heyecanlı oluyor.”J

“Bu gaz bir harika dostum.”J

“Hey, polis simit sat onurlu yaşa!”J

“Biberi bal eyledik. Meydanları dar eyledik.”J

“Gaz yemeyene kız yok.”J

 “İki Kıtalı Şehir için isyan vakti!”J

“Tanrı’yı seven defansa gelsin. JAMİIRYO”J

“Gazın mı bitti abisi!”J

“Biber gazı sıkmanıza gerek yoktu bayım, zaten yeterince duygusal çocuklarız!”J

“Polis kardeş, gerçekten gözlerimi yaşartıyorsun.”J

“Hey, polis bey çirkin olduğunuz kadar küstahsınız da!”J

“Beşinci günün şafağında doğuya bakın. (Gelir mi gelir?) Belki de!”J   

“Haberim yokmuş gibi sık kanka!”J

“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, sil gözyaşlarını!”J

“Ay, resmen devrim!”J

“Polis yaktı, halk söndürdü.”J

“Ah, dur yapma! Şimdi polis çağıracağım.”J

“Halk Direniş Şehir Tankı ile günlerce beraberiz. Ciddi düşünüyoruz. ♥ ♥ ♥”J

“Fikirlere biber gazı işlemez.”J

“İmdat Polis! Neyse sen meşgulsün sanırım.”J

“Burada pasif direniş vardır.”J

“Özgürlük partimize tüm halk davetlidir. Hem de pilavlı!”J

“3-5 Ağaç için savaşmak 5 torba kömürden iyidir.”J

“Şimdi ne yazacağımı bulamadım. Ama sen anla işte!”J

“Alkolü yasakladın halk ayıldı.”J

“Alex, Hagi bile gitti. Sen mi gitmeyeceksin.”J

“Biber gazı cildi güzelleştirir.”J

“Buralara yaz günü gaz yağıyor.”J

“Biber gazı bir Alex değil ama portakal gazı bir Hagi resmen!”J

“Dün çok çeviktin polis”J

“Sıkma demiyorum. Hobi olarak yine sık.”J

“O son birayı yasaklamayacaktın.”J

“Oynamazsan kazanamazsın dostum.”J

“Anamızı da aldık geldik.”J

“Bütün ayyaşlar toplandık.”J

“Oh biber!”J

“Bu ayran bir harika dostum.”J

“Yeter artık ya polis çağıracağım.”J

“Ayrancı Önder.”J

“Führer imamı uslu dur!”J

“Bu halkın direnişidir. Parti mitingi değildir!”J

“Ben bir ceviz ağacıyım Huzur Park’ında, ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında!”J

“Gece gündüz kafası faşist bir Önder is-te-mi-yor-uz.”J

“Ne şeriat ne darbe…! Kafası güzel Yarımada Cumhuriyeti!”J

“Benim gaz bol acılı olsun. Polis bey!”J

“NO, BÜYÜK ÖNDER! NO, DIRDIR! YES, DİRENİŞ! YES, GIRGIR!”J

“Bas gaza Önder bas gaza, sevmiyoruz seni dön Fas’a….”J

“Başım kapalı gözlerim değil be Önder!”J 

“Bu gençlik sana boyun eğmez.”J

“Bu coğrafyada iki tane kör tanıdım: Biri gazdan göremeyen biz. Ve diğeri de kendi %50’sinden başkasını göremeyen sen…”J

“Oyumu sana verdim ama…”J

“Biz ne mi istiyoruz? Gaz istiyoruz. Ver gazı!”J

“Merak etme anne önden gitmiyorum. Hep beraber yürüyoruz.”J

“Sen, ben yok. Devrim var!”J

“Büyük Önder sana küstüm!”L

“Sık bakalım. Sık bakalım. Biber gazı sık bakalım. Kaskını çıkar. Copunu bırak. Delikanlı kim bakalım.”J

“Işık Ve Aydınlık Partisi (IAP) yıkılsın yerine ‘AVM’ yapılsın!”J

“Beraber direndik biz bu yollarda!”J

“Bu evde satılık medya izlenmemektedir.”J

“Gezdik. Gördük. Eğlendik.”J

“Üç çocuk istediğine emin misin? Önder!”JJJ

 “Sokakta gazete dağıtan çocuk bağırıyor: Yazmıyor, yazmıyoor!” ‘Yoldaş Medya Grubu’J

“NEREDESİN SPARTACUS?”LJL

“Biber kafası!J

“Artık çok geç Büyük Önder. Bir kere Gaz’a geldik.”J

“Polisini halkına, halkını da polise düşman ettiğin için; bir polis çocuğu olarak seni kınıyorum.”J

 

Devrimin ilk gününün akşam saatlerinde halkın gün boyu hummalı çalışmasıyla Demokrasi Meydanı’nın girişleri dört bir yandan barikatla kapatılmıştı. Barikatlar polis bariyeri ve direnişin ilk gününde yıkılan park duvarlarının taş bloklarından oluşuyordu. Barış Caddesi’nin karşısındaki park girişinin hemen yanında duran Yoldaş Medya Grubu’na ait medya aracı ile birlikte Belediye otobüsü, Orantılı Çelik Kuvvetleri ve direnişçiler arasında geçen şiddetli çatışmalar sonucunda yanıp kül olmuştu. Meydandaki Açıkhava Müzesi’nin en merak uyandıran nadide eserleri burada sergileniyordu. Artık burası halkın ve turistlerin uğrak yeriydi. Yanıp kül olmuş otobüsün her yanı gençlerin ruhunu yansıtan esprili yazılarla doluydu. İki Kıtalı Şehir’in en gözde meydanındaki Açıkhava Müzesi’nde yanan Belediye otobüsü ile fotoğraf çekilen turistlerin yoğun ilgisi Yeşil Saray’ı gururlandırıyordu.   

“Merhaba arkadaşlar!” dedi Yasemin tatlı bir gülümseme edasıyla…

Oturdukları çimenlikten sevinçle ayağa kalkan Özgür ve Umut kızlara sarılarak hasret giderdiler. Ayaküstü bir süre sohbete tutuşmalarının ardından Yasemin şöyle dedi:

“Arkadaşlarımız bizi bekliyorlar ve sonra tekrar yanınıza uğrarız.”

“Bu iyi olur.” dedi hemen Özgür ve “Bizi çok fazla da bekletmeyin.” diye ekledi.

Yasemin gülümseyerek sözlerine şöyle devam etti:

“Yaklaşık birkaç saat sonra Park Meydanı’ndaki Huzur’un sesi sahnesinde bazı etkinlikler düzenlenecek. Haberiniz olsun. Orada buluşuruz.”

“Evet etkinliklerden haberimiz var. Tamam, öyleyse orada görüşürüz.” dedi Umut…

Kızlar, arkadaşlarına sarılarak yanlarından ayrıldılar. Bunun üzerine Özgür,

“He, biz ne yapacağız şimdi.” dedi.

‘"Hadi, küçük bir tur atalım.” dedi Umut…

“Evet evet! Ben de oldukça sıkıldım. Bu çok iyi olur." dedi sevinçle!

Önce Devrim Yolu’nu boydan boya turladılar. Ardından Demokrasi Meydanı’na geçtiler. Oradan da neredeyse Özgürlük Caddesi’nin sonuna kadar yürümüşlerdi. Ana caddedeki binaların duvarlarında ve tüm sokaklarda esprili yazılar vardı. Birçok binanın balkonlarına asılan sosyalizm, komünizm bayrakları ve pankartlar, sokakları bahar çiçekleri gibi süslenmişti. Özgürlük Caddesi’nin ardı ardına sıralanmış sokak müzisyenleri sanki ağız birliği etmişçesine bahar şarkıları söylüyorlardı. İki arkadaş meydana tekrar geri dönme telaşı içinde yürürken, Ayyaş Cafe & Bar’ın önünden geçtikleri sırada heyecanla Özgür şöyle dedi:

“Hadi, dostum! Birer tane bira içelim. Uzun zamandır buraya malum olaylardan dolayı gelemiyoruz zaten. Biliyorsun.”

Gülümseyerek, “İyi tamam!” dedi Umut.

Bara girmelerinin ardından oldukça uzun bir zaman geçmişti. Barın kapısından sallana sallana çıkarlarken, “Hani birer tane bira içecektik. Şuraya bak! Ayakta zor duruyorsun.”

“Sen, kendine bak!” dedi Özgür Kahkaha atarak.

Umut, “Tamam tamam! Hadi çadırımıza geri dönelim.”

“Ne çadırı ya?” dedi “Etkinlikler vardı?”

“Evet, vardı ama umarım etkinliklerin sonuna yetişiriz. Sana dedim son birayı içmeyelim diye! Ama dinleyen mi var?”

“Eee, boş ver dostum! Bugün devrim günü! Sanki her gün devrim oluyor. Kadehlerimizi tokuşturmamız gerekiyordu.”

“Aslında evet!” dedi ve “Haklısın” diye ekledi Umut...

Kol kola girmiş iki ayyaş Özgürlük Caddesi’nin tramvay yolunda uzayıp giden rayların iki ayrı ucunu takip etmeye çalışsalar da bu zor bir işti. Bu durumu çok da fazla üstelemeden meydana doğru sallanarak yürümeye başladılar. Çevrelerindeki insanlar onlardan çok da farklı değildi aslında! Bu nedenle çevreyle çok çabuk uyum sağlamış görünüyorlardı. Bardan çıktıkları andan itibaren sallanarak yürüyen iki arkadaş Açıkhava Müzesi’ne doğru yaklaştıklarında geçen süre sanki barda oturdukları sırada ikinci birayı bitirip, üçüncü biranın siparişini verdikleri zaman kadar bir süre geçmişti. Nihayet çadırlarına vardıklarında Özgür ve Umut, yumuşak bir yatağa atlar gibi çadırlarının yanındaki çimenliğe atladılar ve sırtüstü uzantılar. Uzun bir süre berrak zihinlerinde en ufak bir düşünce zerresi olmadan, ağaç tepelerinin arasından beliren tek tük yıldızların gözlerine düşüşünü seyrettiler.

Umut, sırtüstü yatar vaziyette arkadaşını dürterek,

“Haydi kalk, gidelim.” dedi.

“Nereye?”

“Nereye olacak ki? Etkinlik alanına tabi ki! Gürültüyü işitmiyor musun? Anlaşılan etkinlikler hâlâ devam ediyor. Hadi kalk! Gidelim artık!” dedi Umut.

“Hiç halim yok ama gidelim hadi!

Umut, yattığı yerden bir anda doğrularak yüksek sesle,

“Hadi, hadi!” diye seslendi.

Yavaş adımlarla etkinlik alanına yöneldiler. Umut ve Özgür, Park Meydanı’na geldiklerinde karşılarında çılgın kalabalık buldular. Ülkenin en sevilen tiyatro sanatçısı Huzur'un Sesi adlı sahnede Huzur Park'taki protestoları anlatan uzun bir konuşma yaptı ve direnişte hayatını kaybeden gençler için ‘Devrim Yolu’ adlı şiirini hüzünle okudu.

 

 

­­­

Faşizm kovaladı. Özgürlük kaçtı.

Özgürlük direndi. Faşizm saldırdı.

RoboCops, Halk Direniş Şehir Tankları kovaladı.

Yoğun sisin içinde eli coplu polisler kovaladı. Gençler etrafa saçıldı.

Büyük Önder öfkelendikçe konuştu, konuştukça öfkelendi.

Yağmacılar şiddetle esen rüzgârla meydanlara, sokaklara savruldu.

Ağaç dallarından savrulan yapraklar gibi,

 

Şiddetli öfke sardı sokakları, caddeleri, meydanları…

Gençler kaçıştı karanlık sokakların tenha yerlerine,

Her biri tek tek düştüler.

Farklı şehirlerin sokaklarının soğuk taş kaldırımlarında,

Özgürlükleri için direndiler!

Direndikçe düştüler. Düştükçe direndiler.

Huzur Parkı’ndaki devrim yolunda,

 

İlk gencin toprak zeminine düştüğü seyrek ağaçların olduğu yerde,

Bütün hüzünlü kalpler tek kalpte birleşti,

Ağaçların arasından geçen o devrim yolunda…

Halkın yarısı ayrı, kuşlar ve her bir ağaç ayrı ayrı yas tuttu.

Geride kaldı. Ağaçların gölgesindeki gençlerin fotoğrafları,

 

Ambulans siren sesleri işitildiği vakit, Demokrasi Meydanı’nda…

Bulutlar gözyaşlarını döktüler ağaç tepelerinin üzerlerine,

Halkın yarısı ayrı, kuşlar ve her bir ağaç ayrı ayrı yas tuttu.

Devrim Yolu’nun etrafına kurulan rengârenk çadırlarda buluşulduğunda,

İşte o vakit, özgürlüğü tadan tüm ruhlar kalplerde hissedildi.

 

Faşizm kovaladı. Özgürlük kaçtı.

Özgürlük direndi. Faşizm saldırdı.

RoboCops, Halk Direniş Şehir Tankları kovaladı.

Yoğun sisin içinde eli coplu polisler kovaladı. Gençler etrafa saçıldı.

Büyük Önder öfkelendikçe konuştu, konuştukça öfkelendi.

Yağmacılar şiddetle esen rüzgârla meydanlara, sokaklara savruldu.

­­­

 

Bir süre parka derin bir hüzün ve sessizlik hâkim oldu. Bu hüzünlü havanın ardından Üniversitelerarası Konservatuvar Öğrenci Topluluğu sahne aldı. Gençler, arka arkaya birbirinden harika şarkılar söylerken kalabalığın coşkusu artıkça arttı. Bu coşku, dünyanın en popüler Rock grubu konserinde alana toplanan büyük kalabalıklar gibi değildi. Rock müzik seven çılgın dinleyicilerden farklı olarak hiç kimsenin akıllarından geçirmediği daha çılgın bir şey yaptılar. O çılgınlık bir mesajdı. Diktatörlere ve Monarşi yönetimlerine karşı onların seviyesine inmeden verilen mesaj orantılı mizahtı. Polislerin orantılı sert müdahalelerine karşıt, orantılı mizah kalkanını çok etkili kullanılarak karşılık verdiler. İşte burada! Huzur Park’ın yüreğinde! Gençlerin coşkulu duyguları müzik notalarının sesi olmuştu. Gençlerin coşkulu duyguları notaların sesine dönüştüğü an, diğer konser alanlarında yaşanan coşkulu kalabalıklardan ayıran şey belirgindi. Gençler sloganlar atıp, şarkılara eşlik ettikleri sırada Demokrasi Meydanı’nı semalarında polis helikopterinin keşif uçuşları sürüyordu. Gün boyunca bu keşif uçuşları iki üç saat aralıklarla Huzur Park’ın üzerinden uçarak, Demokrasi Meydanı’na doğru devam etti. Oradan da Özgürlük Caddesi’ne geçerek gözden kayboluyordu. Ayrıca gençlerin arasına karışan bazı kişilerin yüzlerine dikkatlice bakıldığında, yüzlerindeki maskeye rağmen bunların tekin kişiler oldukları konusunda kaygılıydılar. Gençleri o kadar çok rahatsız etmişti ki tüylerini kabartacak kadar korkunç tiplerdi. Öte yandan IAP hükümeti gençleri baskı altına alacak açıklamalar yapsa da gençler bunu pek dikkate almadı. Çünkü halk devrimin tadını çıkarıyordu.

Park Meydanı’ndaki etkinlikler sona erdiğinde saat sabahın üçünü gösteriyordu. İnsanlar Park Meydanı’ndan dağılarak kimileri çadırlarına döndü. Kimileri etrafta dolaşmaya devam ederken, kimileri de parkın içindeki rahatsız edici sert ahşap banklarda ve Devrim Yolu kenarlarındaki çimlere yatarak uyumaya koyuldular. Ancak gençlerin bu durumdan şikâyetçi olduklarını söylemek pek de abartılı bir söylem olur gibi görünüyordu.

Özgür ve Umut Park Meydanı’ndaki etkinliklerin son saatlerinde tanıştıkları Erkan adlı bir gençle kurdukları iletişim o kadar iyiydi ki çok kısa sürede arkadaş olmuşlardı. Devrim Yolu’ndaki Devrim Market’in karşısında bulunan ahşap bankın biraz ötesindeki çimenlik alana öylece yayılıp oturmuşlar karton bardaklardaki çay ve kahvelerini keyifle yudumlarken, koyu bir sohbete dalıp gitmişlerdi. Sohbetin konusu tabi ki de devrimden önce yaşanan malum olaylara dair hikâyelerdi. Özgür ve Umut sırasıyla direnişe dair yaşadıkları bazı hikâyeler anlatmasının ardından Özgür,

“Anlat bakalım Erkan senin hikâyen nedir?” diye sordu.

“Demokrasi Huzur Park Eylemleri henüz başlamamıştı. Ben, uzun bir süre Özgürlük Caddesi’nde barlardan biri olan Eyvallah Pub’da çalışıyordum. Ortam bayağı güzeldi ve gayet iyi de para kazanıyordum. Ama eylemler başladığında her şey değişti.” dediğinde Umut bir anda araya girerek,

“Eyvallah Pub, Ayyaş Cafe & Bar’ın arka sokağında yer alan eksantrik bir dekora sahip mekân değil miydi?” diye sordu.

“Evet evet, orası” dedi Erkan bir gülümseme edasıyla!

Özgür,

“Burayı hiç fark etmemiştim. Ben oraya hiç gitmedim ama barın adı görüntüsünden daha tuhaf olduğunu söyleyebilirim. Bu aralar gençlerin dudaklarından hiç düşmeyen o şarkıyı çağrıştırdı sanki bana!” dedi.     

“Ben birkaç kez gitmiştim. Burası kokteyl bar tarzında hoş bir mekândı.” dedi Umut.

Özgür, şakayla karışık serzenişte bulunma havasında,

“Vay be Umut arkadaş! Bizden habersiz farklı mekânlarda takılıyor ve bizim haberimiz bile yok.” dedi.

Bu sözlerin ardından Umut, bir gülümseme edasıyla karşılık verdi ve

“Erkan arkadaşın sözünü de kestik. Sen devam et istersen!” dedi Umut.

“Sorun değil!” dedi Erkan gülümseyerek ve sözlerine şöyle devam etti:

“Evet, çalıştığım mekân kokteyl bar ve bu barın genel müşterisi turistler oluyor. Protestoların yoğun yaşandığı günlerden birinde bar neredeyse doluydu. Yoğun biber gazın etkisiyle tüm müşteriler panik havasında kaçışmaya çalışıyorlardı. Özellikle turistler biz neredeyiz havasındaydı. Turistlerin gözlerindeki korku belirgindi. Ama sokakta çok şiddetli çatışmalar sürüyordu. Bardan kaçabilen kaçmıştı. Bunlar da soğukkanlı ve çok hızlı hareket eden insanlardı. Kaçamayan birçok müşteri ve bar personeli adeta kapana sıkışmıştık. Bardaki müşterilerin çoğu turistti. Saatlerce barın içinde biber gazına maruz kaldık. Barda müşterilere verdiğim tek ürün limondu. Bir süre sonra barda limon da tükenmişti. Novella adında İtalyan bir turist korku dolu gözlerle garson arkadaşlara derdini anlatmaya çalışıyordu. İtalyan kadın, telaşla Demokrasi Meydanı’ndaki otellerden birinde kaldığını ve sabahın erken saatlerinde Milano’ya uçuşu olduğu söyleyerek bir an önce oteline dönmek isteğini söylüyordu. Ama kendisinin otele nasıl gideceğini bilmediğini ve çok korktuğunu, endişeli olduğunu söylüyordu. Ancak barda kadına yardım edecek kimse de çıkmamıştı. Herkes kendi derdine düşmüş bir haldeydi. Aslında haksız da sayılmazlardı. Ben, bar müdüründen izin aldım ve kadına yardımcı olacağımı söyledim ancak biraz beklememiz gerektiğini söylediğimde kadının gözlerindeki mutluluğu gördüm. Bu beni de mutlu etti ama dürüstçe söylemeliyim ki turist kadından daha gergindim. Çünkü sokaklar savaş alanından farksızdı.”

Umut bu sözlerin ardından düşünceli bir şekilde Erkan'ı tüm dikkatiyle dinlerken, Özgür araya girerek şunları söyledi:

“Erkan arkadaş! Sana helal olsun. Gerçekten de çok iyi bir şey yapmışsın. Tedirgin olman gayet normal bir şey! O anlarda kim gergin değildi ki zaten. Eee daha sonra ne oldu?”

“Uzun bir süre ortalığın yatışmasını bekledik. O anlarda Novella durduğu yerde duramıyordu. Çok endişeli ve gergin görünüyordu. Ve ben, ortalığın yatıştığını düşündüğüm anda turist kadınla birlikte bardan ayrıldık. Zaten saat de epey ilerlemişti. Sokaklar berbat kokuyordu.”

Sert bir tavırla, “Evet, bu kokuyu gayet iyi biliyoruz.” dedi Umut araya girerek.

Erkan, sözlerine tekrar şöyle devam etti:

“Novella ile sohbet ederek Demokrasi Meydanı’na doğru yürümeye başladık. Turist kadın bana “Polislerin derdi nedir?” diye sorduğunda, ben de kısaca durumu açıkladım. Halk polislere Orantılı Çelik Kuvvetleri ve RoboCops diye hitap ediyorlar ama ben, onlara Hükümet’in muhafızları (The Government's guards) adını verdiğimi söylediğimde, bir anda duraksayarak bana baktı ve başını hafifçe sallayarak bir söz etmeden tekrar yürümeye başladı. Bir süre yürüdükten sonra Novella, tekrar bana dönerek tüm samimiyetiyle “Üzgünüm.” dedi. Meydana da oldukça yaklaşmıştık ama etrafta çok sayıda polis olmasına rağmen göstericiler yoktu. Belli ki dağılmışlardı. Sonunda Demokrasi Meydanı’na geldiğimizde, Huzur Park’ın çevresi polis bariyerleri ile çevrilmişti. Polisler gruplar halinde dolaşıyordu. Meydan çok sessiz ve sisliydi. Meydan tam bir cadılar bayramını andırıyor gibiydi. Polislerden başka kostümle dolaşan kimse de yoktu. Polisler şüphelendikleri kişilere sadece iki seçenek sunuyordu: Biber gazı mı? Yoksa cop mu?”

Bu sözlerin ardından Umut ve Özgür’ü bir gülme tuttu gitti. Kendilerini gülmekten alıkoyamadılar. Uzun süre güldüler. Özgür,

"Tamam tamam, devam et sen!" dedi ama o hâlâ gülüyordu. Yüzü artık gülmekten kızarmıştı. Erkan devam etti:

“Demokrasi Meydanı’ndan hemen hızlı adımlarla Güven Caddesi’ne doğru yürüdük. Huzur Park’ın karşındaki cadde işte! Yani dört yıldızlı otellerin sıklıkla bulunduğu cadde… Ve burada polislerle karşılaşmadan Novella’nın kaldığı The Drunks Center Hotel’e yöneldik. Otelin önünde Novella ile bir süre birlikte sohbet ettikten sonra vedalaştık. Turist kadın sağ salim oteline giriş yaptı.”

Gülümseyerek, “Gerçekten iyi bir hikâyeymiş. Bu arada turizm sektörünün neden ilerleyemediğini anlamış bulunuyoruz.” dedi Umut.

“Ama henüz hikâye bitmedi.” dedi Erkan.

“Dahası da mı var?” dedi Özgür şaşkınlıkla…

“Evet!” dedi Erkan bir gülümsemeyle…

“Eee, anlat öyleyse!”

“Tamam tamam!” dedi Erkan ve sözlerine şöyle devam etti:

“Nerede kalmıştım ben? Ha, evet! Novella kaldığı otele gittiğinde ben yapayalnız kalmıştım. Aklımdan geçen tek şey, polislerin bana bulaşacağına nerdeyse emindim. Tüm meydan polis bariyerleri ile kaplıydı. Buradan eve nasıl gideceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bomboş meydanda kabak gibi öylece duruyordum. Ama işin kötüsü meydanlarda durmak da yasaklanmıştı. Bu nedenle sabit durmaktan kaçınıyordum. Ama bu akıldışı eylem beni öfkelendiriyordu. Eve gidebilmem için tek bir yön vardı: Orası da büyük bir otelin karşısındaki Huzur Park’ın girişinin olduğu taraf... Ancak o bölge tamamen kapalıydı ve bir grup polis orada nöbet tutuyor gibiydi. Bu polis bariyerlerini aştığım an özgürdüm. Otelin önünden hemen bir taksiye binip eve rahatlıkla gidebilecektim. Lakin bu iş nasıl olacaktı. Hâlâ ne yapacağıma karar verememiştim. Sonunda tüm cesaretimi topladım ve polisler bana bulaşmadan ben onlara bulaşmaya karar verdim. Evet, farkındayım bu delice bir fikirdi.”

“Kesinlikle!” dedi Umut.

Sert bir tavırla, “Evet ama aslında onlar gücün arkasına sığınan korkaklardan başka bir şey değil...” dedi Erkan.

Merakla, “Ne yaptın? diye sordu Umut.

“Çok hızlı adımlarla o polislerin üzerine doğru yürüdüm. Yanlarına yaklaştığım sırada beni fark ettiler. Bir anda panikleyip ne yapacaklarını bilemediler. Öylece donup kalmışlardı. Ancak o sırada polislerden biri elini silahının üzerine koydu. Bir diğeri de eliyle copunu sımsıkı tutuyordu. Yanlarına vardığımda, nazikçe bir barda çalıştığımı söyledim ve “İşten yeni çıktım. Yorgunum ama tüm meydanı bariyerlerle kapatmışsınız. Bu yüzden evime bile gidemiyorum.” Polisler, kendileri yüzünden burada mahsur kaldığımı söylediğimde, hayretle bir süre yüzüme baktılar. O iki polisin bana gıcık oldukları her hallerinden belli oluyordu. Aynı polis copunu sıkıca tutarken, bir diğerinin eli hâlâ silahının üzerindeydi. Sanki yanlış bir hamle yapmamı bekliyorlardı. Ben de o sırada öfkeyle polislerin gözlerine bakıyordum. Bir başka bir polis, beni iyice süzdükten sonra polis bariyerini açtı ve “Tamam! Hadi, gidin buradan!” dedi. Ben de arkama bakmadan hızlı adımlarla dosdoğru otelin önünde duran bir taksiye yöneldim.”

Hayretle, “Vay canına!” dedi Özgür.

Umut da bir süre Erkan’a mânâlı bir şekilde bakarak,

“Erkan arkadaş! Oldukça şanslıymışsın. Polisleri bayağı bir kışkırtmışsın. Polislerin gücün arkasına saklanan korkaklar ifaden çok doğru! Haklısın da! Ama RoboCops’a denk gelmemen büyük şans! Yoksa şu an biz burada, bu sohbeti yapıyor olamazdık.”

“Sanırım beni yanlış anladın. Umut, arkadaş! Ben, sadece insanlar korkar demek istemiştim.” diye cevap verdi Erkan.

Umut, uzun ve sıcak bir gülümsemesiyle cevap verdi. Ardından şöyle dedi:

“Yine de çok şanslısın.” Erkan:

“Aslında haklısın Umut! Aptalcaydı.”

“Aptalca ya da değil, fark etmez; fakat cesurca yapılmış bir eylemi takdir etmek en doğru iştir. Ancak sen, yine de aynı eylemi tekrarlama!” dedi Özgür.

“Elbette, ama bazen insan gerçekten çileden çıkıyor. İşe giderken tanık oldum. Eylemlerin ilk günlerinde Demokrasi Meydanı’ndaki Barış Caddesi’nin girişinde bisiklet benzeri bir şeyin üzerine binen genci polisler durdular. Çocuğun tüm yalvarmalarına rağmen Polisler sırf eğlence olsun diye bisiklet benzeri o şeyi kırdılar.” dedi Erkan sert bir ifadeyle…

“Sadece bisiklet benzeri o şey kırıldığı için çocuk oldukça şanslıymış.” dedi Özgür acı bir gülümsemeyle…

Bir süre daha devam eden bu sohbetin ardından Erkan, yeni tanıştığı arkadaşlarından ayrılarak Özgürlük Caddesi'ne doğru yöneldi.



DEVRİMİN İKİNCİ GÜNÜ


 

S

 

abahın ilk ışıkları Huzur Park'ta orada burada uyuyan gençlerin yüzlerine tüm sıcaklığıyla vuruyordu. Bugünün düne göre daha güzel geçeceğine dair emareler ağaç tepelerinde şakırdayan kuşlardan belirgindi. İnsanlar bu güzel günün ilk saatlerini iyi bir kahvaltıyla geçirmişlerdi. Ancak çok geçmeden gençler işe koyuldular. Dün akşamdan kalan coşkunun da etkisiyle Huzur Park ve Demokrasi Meydanı oldukça kirlenmişti. Gençler ellerindeki çalı süpürgelerle büyük yardımlaşma örneği göstererek parkın içini ve Demokrasi Meydan alanını temizlediler. Ancak bu beklenmedik eylem ülkede şaşkınlık yaratmıştı. Özellikle Yoldaş Medya Grubu’nun bünyesinde yer alan yoldaşlar yani gazeteci ve yazarlar, bazı sanatçılar ve bağnaz din adamları en şaşkına dönen kesimdi. Çünkü gençliğin anlayışını kavrayamayacak kadar yozlaştıkları belirgindi.

Devrim’den önceki günlerin aksine Huzur Park ve Demokrasi Meydanı tam bir şenlik havasına bürünmüştü. Çocuklar, anneler, babalar, gençler ve ihtiyarlar hepsi oradaydı. Yani kategorize edilen her bir bireyin yarısı oradaydı. Bu panayır, lunaparklarda rengârenk pamuk şekerleri elinde tutan çocukların etrafta koşturması gibi değildi. Elbette etrafta koşturan çocuklar da yok değildi. Ancak sis örtüsünün arkasından görülemeyen panayırın tüm güzelliğinin sihri, görülen rüyalar ile gerçeklik arasına sıkıştırılan özgürlüğü kucaklamış gibi görünüyordu.

Öğle vaktini birkaç saat geçmişti ki Huzur Park’ın her yerinde farklı bir güzellik vardı. Devrim Yolu’nun çevresine kurulan çadırların etrafında toplanan insanlar huzurlu bir günün tadını çıkarıyordu. Bazı gençler grup halinde oturmuş gitar çalarak şarkılar söylüyordu. Bazıları ağaç gölgelerinin altında kitap okurken, bazıları da Park Meydanı’nda yoga, jimnastik gibi sportif faaliyetlerde bulunuyordu. Kimileri tavla, satranç gibi oyunlar oynuyordu. Kimileri de çimenlere yayılmış vaziyette koyu bir sohbete dalıp gitmişlerdi. Anneler, ağaçlara kurulan salıncaklarda sallanan çocukları keyifle izliyordu. Kimi kız ve erkek çocukları açılan Çocuk Resim Sergisi’nin önünde durmuş yaptıkları resimleri panoya asma telaşı içinde beklerken, kimileri de çimenliklerin üzerine serilmiş resim kâğıtlarına bir şeyler çizme heyecanını yaşıyordu. Asya’dan Avrupa kıtasına doğru esen tatlı meltemin huzur verici esintisi ağaç diplerinin önlerinde bağdaş kurmuş ihtiyarların beyaz saçlarını okşarken, ihtiyarlar kalın çerçeveli gözleriyle gazete sayfalarını çeviriyorlardı. Yarımada Cumhuriyeti halkının mahrum bırakıldığı bu güzelliklerin heyecanı gün boyu böyle bir ortamda sürüp gitmişti.                

Havanın kararmaya yakın saatlerde Park Meydanı’nda toplanan insanların beklentisi dün akşam düzenlenen ekinliklerin devamı niteliğini taşıyan coşkunun heyecanını tekrar yaşamanın telaşı içindeydiler. İnsanlar etkinliklerin sabırsızlıkla başlamasını beklerken Özgür ve Umut bir ağaç gövdesinin önünde oturmuş sohbet ediyorlardı. 

Umut, karton bardağındaki koyu sert kahvesini yudumlarken, bir yandan da on dakika önce Devrim Market’te dağıtılan bedava sigara paketini çantasından çıkardı ve sigara paketinin içinden bir dal sigara alıp iki dudak arasına götürüp, derinden bir fırt çekip sigarayı tüttürdü. Ve arkadaşı Özgür’e dönerek şöyle dedi:

“Şu kalabalığa bir bak! Sanırım bugünkü etkinlikler de güzel geçeceğe benziyor.”

“Ha, evet! Kesinlikle dostum. Erkan, şuan ne yapıyor? Buralarda mı takılıyor acaba? Telefon numarasını almayı da unuttuk. İlginç ve mizah anlayışı güçlü biriydi. Ona kanım ısınmıştı.” dedi Özgür.

“Bunu kim bilebilir ki dostum. Kim bilir nerede? Ne yalan söyleyeyim. Benim de kanım ona çok ısındı. Bir ara çalıştığı bara ziyarete gideriz.”

“Bu iyi olur.” dedi Özgür.

Umut: “O değil de Erkan hakkında konuşurken aklıma bir şey geldi.”

Merakla, “Ne?” diye sordu Özgür.

“Şu kalabalığı görüyor musun?”

Şaşkınlıkla, “Evet! Ne olmuş yani!” dedi Özgür.

“Bu büyük hikâyenin içindeki karakterlerin her birinin farklı hikâyelerinin olduğunu hiç düşünmemiştim. Park Meydanı’nda toplanan şu insanlara da bir bak. Hepsinin farklı hikâyelerinin olduğunu bilmek bana ilginç geldi. Sadece polislerin saldırganlıklarına karşı direnen halktan ibaret olmadığını şimdi daha iyi anlıyorum.”

“Evet, bu doğru! Bu hikâyenin içindeki karakterlerin her birinin farklı hikâyelerinin bütününü oluşturan korkunç bir hikâyenin içindeyiz. Sosyal medyadan öğrendiğimiz Halk Direniş Şehir Tankını ele geçirip polis telsiziyle polislerle sohbet eden çılgın gencin komik öyküsünün arka planındaki derin düşünce, bu direnişi daha da güçlü kıldığı için şu an buradayız. Ancak bu hikâye henüz tamamlanmadığı gibi bu hikâyenin içinde yaşanan birçok öykü de komik değildi.” dedi Özgür…  Umut:

“Ah evet! Maalesef öyle! Neyse, birazdan etkinlikler başlayacak. Şu an keyfimize bakalım.”

Huzur Park Meydanı'ndaki etkinlikler, halkın coşkulu sloganlarıyla başlamıştı. Sanki stadyum tribünlerinde futbol taraftarlarının tempo tutulan tezahüratları gibiydi.

 

“IAP Hükümeti istifa!”

“IAP Hükümeti istifa!”

“Büyük Önder istifa!”

 

“Her yer demokrasi, her yer polis!”

“Her yer direniş, her yer özgürlük!”

 

Huzur’un Sesi sahnesinde dün olduğu gibi önce eylemler sırasında hayatını kaybeden gençlerin isimleri tek tek okunarak anıldı. Ardından Genç Nesil Tiyatro Öğrencileri tarafından tiyatro oyunu gösterisiyle devam etti. Önder’in öfkesi adlı tiyatro oyunu büyük alkış topladı. Bu tiyatro oyunu o kadar etkileyiciydi ki günlerce süren korkunç olayları küçük bir zaman dilimine ve küçücük sahneye başarılıyla sığdırmışlardı. Büyük Önder, sanatın sert tokadını tüm yoğunluğuyla yüzünde hissettiği anlarda alkış sesleri dakikalarca sürdü gitti. Gecenin sürprizi de Huzur Park Direniş Gençlik Korosu’ndan gelmişti.  Gençler, Yağmacıların Güçlü Sesi adlı şarkıyı coşkuyla söylerken halkın katılımıyla coşku artarak Huzur Park sınırlarını çoktan aşmıştı.

 

♫Sesimizi işitiyor musunuz?♫

♫İşte bu yağmacıların güçlü sesi!♫

♫Asla olmayacağız tek bir adamın kölesi!♫

♫Ah evet, kalp atışlarımız ahenkle müzik notalarına karıştı.♫  

♫Enstrüman aletlerinin içindeki mücadeleye!♫

♫Davul tokmaklarının içinde, Gitar tellerinde, Keman yaylarında!♫

♫Umutla aydınlığa karşı hep birlikte el elle, omuz omuza meydanlarda yürüyoruz!♫

♫Hey, ne duruyorsun orada?♫

♫Hadi, katıl bize! Direnin baskıya karşı!♫

♫Barikatların, kalkanların arkasına sığınıyor mağrur görünümlü bir adam!♫

♫El elle, omuz omuza özgürlüğün için sende diren Demokrasi Meydanında!♫

♫Gaz fişeklerine, Coplarına, Kurşunlarına karşı diren!♫

 

♫Sesimizi işitiyor musunuz?♫

♫İşte bu yağmacıların güçlü sesi !♫

♫Asla olmayacağız tek bir adamın kölesi!♫

♫Umutla aydınlığa karşı hep birlikte el elle, omuz omuza meydanlarda yürüyoruz.♫

♫Huzur dolu yarınlara,♫

♫Özgürlüklere!♫

 

 

Gençler gecenin keyfini sürerken Huzur Park’ın üzerinden olağan keşif polis helikopterinden biri geçiyordu. Hiç kimse buna aldırış etmeden eski neşeli hallerine geri dönmüştü. Ancak kalabalığın içinden bir grup provokatörler ortalığı karıştırmak isteseler de gençler buna izin vermeyecek kadar bilinçliydiler. Etkinliklerin sona ermesinin üzerinden neredeyse iki saat geçmişti. Uzun bir süre sessizliğini koruyan Büyük Önder Yeşil Saray’dan yaptığı açıklamayla, gençlerin üzerinden halka meydan okuyarak tüm öfkesini kusmuştu. Tüm bu güzellikler karşısında adeta deliye dönmüştü. Önder’in mesajı açık ve netti:

“Mademki bana savaş açtınız kesinlikle bunun bedelini size en ağır şekilde ödeteceğim.”

Sosyal medya da bu açıklamayla çalkalanırken, gençler bu açıklamaya pek aldırış etmemeye çalışsalar da gözlerindeki korku dolu endişe belirgindi. Ancak Başşehir Angora ve Smyrna Şehri’ndeki insanlar desteklerini gençlerden esirgememişti. İnsanların destekleri meydanlarda veya sokaklarda sürüyordu. Elbette halkın karşısında yine Orantılı Çelik Kuvvet Polisleri vardı. Sert müdahaleler kaçınılmazdı. Aynı zamanda sosyal medya’dan da insanlar desteklerini hiç olmadığı kadar sürdürüyordu. IAP Hükümeti ve Büyük Önder ile ilgili türlü türlü şakalar yapılıyordu. Ayrıca Huzur’un Sesi sahnesinde düzenlenen müthiş etkinlikler dillerde destan olmuş dolaşıyordu. Özellikle Yağmacıların Güçlü Sesi adlı şarkı kısa sürede dillere düşmüştü.

Saat on ikiyi nerdeyse yarım saat geçmişti. Yeni günün karanlık saatlerinde ortalık sessiz ve sakindi. İnsanlar kendi hallerinde bilindik olağan işlerle meşguldü. Son iki günde yaşanan olayların içinde insanlar farkında olmadan bir yerden bir yerlere sürükleniyordu. Ancak bu sürükleniş huzur verici gibi görünüyordu. Bu sırada Umut ve Özgür de çadırlarının yanında oturmuş, aldıkları üçer tane biranın son bira şişelerini dolunay ışığının altında havaya kaldırarak tokuşturmuşlardı.

Tokuşturulan bira şişelerinin ardından arkadaşına dönen Özgür, şunları söyledi:

“Dostum Umut! Bu gece gerçekten de sakin ve güzel geçiyor.”

“İki tane birayı devirdin. Tabi ki güzel bir gece olacak.” diyerek karşılık veren Umut’un yüzünde uzun bir süre tatlı bir gülümseme kalmıştı.

Tam bu sırada Özgür’ün telefonu çaldı. Özgür telefona baktığında arayan Gül’dü. Bir süre devam eden telefon görüşmesinin sonunda Özgür’ün yüzünde bir gülümseme belirmişti.

Merakla, “Ne diye sırıtıyorsun? Arayan kimdi?” diye sordu Umut.

“Gül aradı. Onunla konuşuyordum. Yasemin ve birkaç arkadaşıyla birlikte barda eğleniyorlarmış. Siz ne yapıyorsunuz diye sordu işte.”

“Ayyaş Cafe & Bar’a mı gitmişler?”

“Yok, yok! Başka bir mekânda takılıyorlarmış.” dedi Özgür.

“Tamam anladım.” dedi Umut ve sözlerine şöyle devam etti:

“Bugün düzenlenen etkinlikler güzeldi. Özellikle tiyatro oyunu çok hoştu.”

Endişeli bir tavırla Özgür, “Ah evet! Güzeldi ama provokatörler ve Büyük Önder’in açıklamaları canımı çok sıktı. Adam halkı resmen tehdit ediyor ya! Bu hayra alamet bir şey değil bence! Provokatörlerin de sivil polisler olduğuna eminim.” dedi.

“Dostum, belki de haklısındır. Provokatörler elbette benim de çok canımı sıktı. Harika geçen geceninin içine ettiler. Orası kesin. Ama onların sivil polisler oldukları konusunda emin olamayız. Büyük Önder’in açıklamaları da her zamanki tavrı işte! Bu adam iktidarda kaldığı sürece açıklamaları da genel tavrı değişmez. Buna hâlâ alışamadın mı?” diye sordu. Umut sert bir tavırla “Özgür, elbette alışamadım. Buna alışabileceğimi de zannetmiyorum. Esaret altında yaşamayı kim ister ki? Ayrıca o provokatör grubundaki kişilerin sivil polisler olduğuna zerre kadar kuşku duymuyorum.” dedi.

“Dostum, hemen hiddetlenmene gerek yok, sakin ol Özgür! Ben de alışamadım elbet ama bunları konuşmak için vakit çok geç oldu. Sabah konuşuruz. Tamam mı? Ben şimdi yatmaya gidiyorum.”

“Tamam ama bazen öyle şeyler söylüyorsun ki özellikle beni kızdırmaya çalıştığını düşünüyorum.”

“Ne alakası var Özgür? Gece vakti beni güldürüyorsun. Hadi yatalım artık. Kendimi bayağı yorgun hissediyorum.”

“İyi, tamam o zaman!” diyerek Özgür çadırına yöneldi. Arkasından da Umut diğer çadıra doğru yönelmesiyle hemen uykuya koyuldu.

 


 

YEDİNCİ BÖLÜM 
ÖZGÜRLÜĞE VEDA





G

ün ağarmış ve İki Kıtalı Şehir’de kapalı bir hava vardı. Gökyüzündeki kara bulutlar tüm şehri kuşatmıştı. Sabahın ilk saatlerinde şehir kara bulutların gözyaşlarına teslim olmuştu. Yağmurlu geçen birkaç saatin ardından güneş tüm parıltısıyla iki bulut arasından gün yüzüne çıkarak insanları selamlıyordu. Huzur Park’taki gençlerin çadırlarında uyurken, birçoğu da parkın farklı yerlerinde çaylarını ve kahvelerini yudumluyordu. Umut, Devrim Yolu’nun aşağısında kalan bölgedeki çadırlarının önünde arkadaşı Özgür’ün çay kahve alıp geri dönmesini bekliyordu. Bu sırada Gül ve Yasemin Özgürlük Caddesi’nde bir kafede kahvaltı yapmış ve Umut ve Özgür’e sürpriz yapma düşüncesiyle ellerinde tuttukları küçük poşetlerle Özgürlük Caddesi’nden Huzur Park’a doğru arkadaşlarını ziyaret etmek için yönelmişlerdi. Bu anlarda akıllarında kimsenin beklemediği şeyler belirirdi.

Orantılı Polis Teşkilatı’nın tüm güçleri Demokrasi Meydanı’nı dört koldan sarmıştı. Orantılı Çelik Kuvvet Polisleri, RoboCops ve diğerleri! Hepsi oradaydı. Polis araçları ve Halk Direniş Şehir Tankları tekrar stratejik noktalara konumlanmış bekliyorlardı. Eylemlerin başladığı ilk günkü gibi sadece bir kez polis hoparlöründen uyarı gelmişti.

“Dikkat dikkat!”

“Derhal, parkı boşatın! Ve sakın direnmeye kalkmayın!”

İnsanlar neye uğradığı şaşırmış vaziyette sağa sola bakınıyorlardı. Birçoğu uyarı anonsunu bile işitmemişti. Ve ilk saldırı büyük otelin bulunduğu Kurtuluş Caddesi’nde konumlanmış birliklerden Devrim Yolu’na peş peşe düşen biber gazı fişekleri ile başladı. Gençler panikle sağa sola çaresizce kaçışıyordu. Ancak polisler her yerdeydi. Özgürlük, Kültür, Güven Caddelerinde büyük birlikler halinde konumlanmışlardı. Gül ve Yasemin Demokrasi Meydanı’nın girişindeki büfelerin önünde polislere yaka paça yakalanmışlardı. RoboCops’tan biri Yasemin’e attığı tokat darbesiyle yere yığıldığı sırada elinde tuttuğu poşet yırtılarak simit ve poğaçalar Arnavut kaldırımın üzerine saçılmıştı. RoboCops, gözyaşları içindeki Gül’ü ite kaka polis aracına götürürken Gül, son defa başını arkaya doğru çevirip arkadaşı Yasemin’e baktığında, acı dolu gözyaşlarıyla feryat eden çığlıklarını ve saçlarından tutularak yerde sürüklenişini gördü. Huzur Park da eski korkunç günlerine geri dönmüştü. Parkı sis örtüsü tamamen sarmıştı. Devrim Yolu’nda elleri arkadan kelepçelenmiş halde yüzüstü yatırılan Özgür’ü gören Umut ona doğru koşmaya başladığında Özgür acı içinde şöyle haykırdı:

“Kaçsana! Kaçsana!”

“Lanet olası herif! Hadi kaç buradan!

“Umut! Neden geliyorsun ki?”

Tam bu sırada RoboCops’tan biri “Sus pislik!” diyerek Özgür’ün karnına şiddetli bir tekme savurdu. Özgür, acıyla yerde iki büklüm kalıp kıvranırken, Umut arkadaşına doğru yöneldiği sırada arkasından başına aldığı sert bir darbeyle olduğu yere kanlar içinde yığılıp kaldı. Çok kısa sürede yağmacılar etkisiz hale getirilmişti. Orantılı Çelik Kuvvetleri Demokrasi Meydanı’nı ve Huzur Park’ı tekrar ele geçirdiklerinde tüm çadırları tekrar yakıp kül etmişlerdi. Ağır bir şekilde yaralanan gençlerin çoğu ambulanslarla şehrin farklı hastanelerine taşınırken birçoğu da sorgulanmak üzere polis araçlarına ite kaka götürürdüler. Çok az kişi bu ani polis saldırısından kaçarak kurtulmuştu.  

Bu olayın üzerinden neredeyse bir hafta geçmişti. Tartışmalarla, kavga ve gürültüyle geçen bu sürenin sonunda BÜYÜK KALDIRIMLAŞMA PROJESİ mahkeme tarafından tamamen iptal edilmesiyle gösteriler şimdilik sona ermişti. IAP hükümeti ortak görüşle, gençlere yönelik çevreci mesajınız alındı izlemini verdiler. Ancak alınan bu kararlar Büyük Önder’in öfkesini dindirecek gibi görünmüyordu.

Sorguları tamamlanan Yasemin ve Gül kırk sekiz saat sonunda nezarethaneden çıkmışlardı. Ancak Yasemin ve Gül birçok gence nazaran şanslı görünüyor gibiydi. Kızlar nezarethaneden çıktıklarında ilk işleri Umut ve Özgür’ün yaşadığı daireye gitmek oldu. Ancak her ikisi de dairede yoktu. Günlerce arkadaşlarını arayıp durdular. Biri hastanelere bakarken bir diğeri de karakollara bakıyordu.

­­­

Polis aracındaki Özgür ve beş kişi nereye götürüldüklerinden habersiz elleri kelepçelenmiş başları öne düşmüş vaziyette endişeli bekleyişleri sürüyordu. Çünkü polislerin gençlere yönelik genel tavrı sanıktan veya şüpheliden çok mahkemece hüküm kararı verilmiş azılı suçlular gibi davranıyorlardı. 

Başına gelecek olan şeyler umurunda değildi. Bir an bile bu düşüncenin zerresi aklında belirmemişti. Zaten başına gelecek olan şeyleri tahmin etmek kâhin olmayı da gerektirmiyordu. Özgür’ün aklındaki tek düşüncesi arkadaşı Umut’tu. Arkadaşının yerde yatan hareketsiz bedeni gözlerinin önünde öylece duruyordu. O anlar zihnini terk edecek gibi de görünmüyordu. Arkadaşı ‘sağ mı yoksa öldü mü?’ sorusu, zihnini meşgul eden bu kâbusla baş edemiyordu. Bu belirsizlik onu çıldırtacak gibiydi. Özgür, bu düşünceler içinde başı öne düşmüş kızarmış gözlerinden önce gözyaşı damlacıkları birer birer ayakkabısının üzerine çarpmaya başladı. Ardından kısa sürede gözyaşlarının şiddeti arttıkça artmıştı.

Polis aracı Otuz Dördüncü Karakol’un önüne yanaştığında Polis otobüslerinden indirilen onlarca genç ite kaka karakol kapısından içeri sokuluyordu. Genç adam ve kadın mahkumların belirsizlikle geçen yolcuğunun sonuna gelmişti. Otuz Dördüncü Karakol’un binasının dış cephesinin küçük pencereleri tel örgülerle örtülüydü ve bina gri ve siyah tonlarındaki iki ayrı renkle boyanmış bir tasarıma sahipti. Ayrıca kaldırım ve polis karakolu arasındaki boylu boyunca uzanan polis bariyerleriyle bina çevrilmişti. Binaya dışarıdan bakıldığından korkutucu ve oldukça uğursuz bir yer olduğu belirgindi. İki Kıtalı Şehir’in en işlek caddelerinin birinde yer alan binalar içinde göze çarpan ilk bina burasıydı. Cezaevi mi yoksa sadece bir karakol muydu; insanın bunu ayırt etmesi güçtü.    

Polis aracından önce beş genç sonra Özgür indirilerek polis karakolunun içine sokulduğunda içlerinden biri ağlayarak bağırmaya başladı. İki polis hemen müdahalede bulundular, o gencin kollarından tutarak tam karşılarında yan yana duran asansörün sağ tarafındaki uzun koridordan bulunduğu yere doğru yerde sürükleyerek götürdüler. Uzun koridorun yan yana sıralanmış odalarından birine genci soktular. Polis karakolun çıkış kapısının sol tarafında kalan danışman masasının bulunduğu alanda bekletilen insanlar uzun süre gencin acı içinde korkunç çığlıklarını işittiklerinde salon buz kesmişti. Danışmanın önünde bekleyen gençler tedirginlikle çaresizce sıralarının gelmesini bekliyorlardı. Sırası kendine gelen kişiler ilk işlemleri yapılmasının ardından karakolun farklı yerlerine götürülüyordu. Özgür, olan biten olayları soğukkanlılıkla takip etse de hiçbir şey umurunda değildi. Onun aklındaki tek düşünce Umut’tu. Özgür'ün danışmanlık alanındaki ilk işlemleri henüz yapılmamıştı. Bekleyişi sürdüğü sırada dört polis Özgür’ün yanına yaklaştı ve polislerden biri onun kolundan tutarak asansöre doğru götürdüler. Asansörde Özgür başı öne eğik bir şekilde dururken polislerden biri eksi beş düğmesine bastı. Özgür asansörden indiğinde iç karartıcı iki ayrı uzun bir koridor gördü. Koridor duvarlarının boyası dökülüyordu. Ayrıca koridorlar leş gibi rutubet kokuyor ve boylu boyunca uzanan koridorların tavanlarında belli aralıklarda loş beyaz ışıkla aydınlatılmıştı. Aynı zamanda tavan ile yer arasındaki yükseklik o kadar alçaktı ki yürürken insanı sıkıştırıyormuş gibi hissettiriyordu. Polisler Özgür’ü koridorun sonlarındaki bir odaya götürdüler. Ama oda, sandığının aksine çok büyük ve o kadar da korkutucu görünmüyordu. Normal derli toplu bir odaydı. Polislerin gözetiminde Özgür odanın bir köşesinde ayakta yaklaşık yarım saat durarak beklemesinin ardından odaya polislerin amiri girdi.

Amir, polislere yönelerek sert bir tavırla, “Bu o mu?” diye sordu.

“Evet!” dedi içlerinden biri!

“Demek hayalet lakaplı teröristlerin başındaki herif bu! Büyük Önder’e karşı halkı örgütleyen şerefsiz bu öyle mi?” diyerek hızla Özgür’e yöneldi ve tüm öfkesiyle yumruğunu suratına yapıştığında dudağı ve burnu kanlar içinde kalan Özgür yere yığılmıştı. Hırsını alamayan amir, acı içinde yerde yatan Özgür’ün karnına arka arkaya iki tane tekme savurdu. Daha sonra polislerin yanına giderek alaycı bir gülümsemeyle şöyle dedi:

“Oğlum, kameralar kapalıydı değil mi?”

İçlerinden biri, “Evet amirim.” dedi.

Amir, pis pis gülümseyerek “Aferin, aferin! Çocuklar, siz bu işi iyi biliyorsunuz.” dedi.  

Bu sırada acı içinde yerde kıvranan Özgür bu kısa konuşmayı duyunca göz ucuyla polislere baktı ve alçak sesle şöyle mırıldandı:

“Demek söylenenler doğruymuş.”

Daha sonra amir, polislere dönerek “Gözümün önünden uzaklaştırın şu pisliği!” dedi.

Polisler hakaretlerle Özgür'ü kollarından yakalayarak hızla yerden kaldırdı ve yorgun bedeni odadan dışarı sürükledi. Soğuk, dar ve rutubet kokan koridorda belirsizliğe doğru sürüklenen Özgür'ün ardından gelen tek şey yüzünden damlayan kan izleriydi.

      

­­­

Gül ve Yasemin’in umutsuz arayışları günlerce, haftalarca sürmüştü. Şehirde bakmadıkları polis karakolu ve hastane kalmamıştı. Özgür ve Umut’tan hiçbir iz yoktu. Ne yapacaklarını bilemez halde bir akşam vakti evlerinin salonundaki birbirine karşılıklı bakan kanepelere oturmuş sohbet ederek çaylarını yudumluyorlardı.

“Umut ve Özgür’ün başına ne gelmiş olabilir. Sanki yer yarıldı da içine girdiler. Sağlar mı öldüler mi bilmiyoruz. Bu belirsizlik beni deli ediyor. Ne yapacağımı bilemiyorum.” dedi Yasemin ağlamaklı ses tonuyla!

“Bilmiyorum.” dedi Gül alçak sesle… Çay fincanını titreyen eliyle tutarken tekrar tekrar “Bilmiyorum.” diye cevap verdi.    

Kısa bir sessizliğin ardından masanın üzerinde duran telefon çalmaya başladı. Yasemin oturduğu kanepeden hızla kalkıp çalan telefonuna yöneldi. Telefonu eline aldığında şaşkınlıkla, “Aa Özlem arıyor!” diyerek telefonu açtı.  

Yasemin, telefon görüşmesini tamamlar tamamlamaz heyecanla Gül’ün yanına koşarak sevinçle,

“Umut’u bulduk!” dedi. Gül,

“Ne? Nerede? O iyi mi?” diye zar zor konuşarak cevap verdi.

“Şehrin Asya kıtasındaki Devlet Şehir Hastanesi’nde yoğun bakım ünitesinde haftalardır müşahede altında tutuluyormuş.” dedi Yasemin ve heyecanla sözlerine şöyle devam etti:

“Hadi Gül, toparlan; hemen hastaneye gidelim. Ben yolda hastaneyi arayacağım.”

Kısa sürede apar topar evden ayrıldılar. Yol kenarından taksi çevirerek hastanenin yolunu tuttular. Yasemin hemen hastaneyi aradı ve uzun bir telefon görüşmesinin ardından Gül’e dönerek başını üzgün bir şekilde sallayarak şöyle dedi:

“Umut’un durumunun kritik olduğunu söylediler. Bir de bu saatte hasta ziyareti kabul edilmediğini söylediler. Ama hastane yönetimini zar zor ikna ettim. Görünüşe göre bu ziyaret çok da uzun sürmeyecek. Bunun hiç önemi yok. Onu bir dakika bile görmeye razıyım. Yeter ki onu bir kez daha göreyim.”

Arkadaşının sözlerine karşıt tek kelime etmeden başını aracın camına çeviren Gül, derin düşünceler içinde dışarıya bakmaya başladı. Köprü trafiğini atlatmışlardı ve hastaneye çok yakındılar. Saatler süren yolculuğun ardından nihayet hastaneye varmışlardı. Aceleyle taksiden inip hastaneye girdiler ve hastane danışmanına doğru koştular.

Bu sırada Umut, pencere kenarındaki yatağında hareketsiz yatıyordu. Odada derin bir sessizlik vardı. Sadece Umut’u hayatta tutmaya çalışan makinelerden çıkan ses dışında başka bir ses işitilmiyordu. Bir anda sol elinin bir iki parmağı çok hafifçe hareket etmesinin ardından Umut yavaşça gözlerini açtığında bulanık bembeyaz boş bir duvar gördü. Gördüğü beyaz renkli duvar ara ara kararıyor ve aydınlanıyordu. Karanlık ve aydınlık arasındaki bulanık görüntülerin ortasında haftalar önce gördüğü rüyayı anımsadı. Rüyasında gördüğü tüm karakterler gözlerinin önünde hareket ediyor gibiydi. Bilge Karga, Alaca Kedi, Çoban kopeği ve diğer tüm hayvanların görüntüsü gözünün önündeydi. Sonra bir anda her şey karardı ve Umut'un göz kapakları ağır ağır kapanmaya başladı. 

Hastane danışmanı kadından Umut'un odasını öğrenen arkadaşları hemen asansöre koştu. Asansöre bindiklerinde Yasemin beşinci katın düğmesine bastı ve asansörden iner inmez hızla hastane koridorlarındaki oda numaralarına bakarak yürüyorlardı. Otuz sekiz numaralı odanın önüne geldiklerinde odanın boş olduğunu gördüler. Dakikalar önce Umut Yarımada Cumhuriyeti’ni terk etmişti...

Gül ve Yasemin oldukları yere yığıldılar. Acı içinde uzun süre hastane koridorlarının mermer zeminin üzerinde kendilerini toparlayamamışlardı. Kalpleri darmadağın, gözleri hüzünle dolmuştu. Çevrede dolaşan hemşireler onları güçlükle hastane koridorundaki sandalyelere oturtabilmişlerdi. Dönüş yolculukları, boşlukta kaybolmuş hüzünlü gözlerle geçmişti.

Ve hastaneden eve geldiklerinde Gül,

“Ben yatacağım!“ dedi alçak ve kararlı bir ses tonuyla…

Yasemin, “Keşke bir şeyler yeseydik. Ben hemen bir şeyler hazırlarım.”

“Yok! Sen ye!” dedikten sonra Gül, hızla yatak odasına gitti. Üzerini başını değiştirip yatağına uzandıktan sonra gözlerinde hüzün aklında ise derin düşünceler vardı. Çok geçmeden derin bir uykuya daldı.

Gül, bir anda ter içinde çığlık atarak uyandığında saat sabahın beşiydi. Endişeyle kendi kendine defalarca, “Tanrım, Tanrım!” diye mırıldandı alçak sesle! Bir süre yatakta öylece hareketsiz kalmış duruyordu. O kadar çok terlemişti ki kızıl saçlarının telleri kar beyazı yastığa yapışmıştı. Giysileri su gibi ıslaktı. Tam karşısında ona endişeyle bakan iri koyu yeşil renkli bir çift göz gördü. Bu Gül’ün sevimli kedisi Asuman’dı. Yataktan doğruldu ve hızla banyoya yöneldi. Soğuk suyla defalarca yüzünü yıkamasının ardından aynaya baktı. Beyaz tenli yüzü solgun, gözleri ise kızarıktı. Banyodan mutfağa geçerek bir bardak su doldurdu. Suyu bir kerede kana kana içtiğinde mutfak tezgâhının üzerindeki sigara paketine gözü ilişti. Hemen bir sigara yaktı. Hâlâ elleri ve al dudakları titriyordu. Evin içi çok sessizdi. Ama bu sessizliği bozan da Asuman’dı. Sevimli kedi endişeyle miyavlıyor ve Gül’ün çevresinde dönüp duruyordu. Sanki onu yalnız bırakmak istemiyormuş gibi bir tavrı vardı. Titreyen dudağına getirdiği sigaradan derinden birkaç fırt çekmesinin ardından yarım sigarayı söndürerek, tekrar yatak odasına yöneldi. Giysilerini ve su içinde kalmış yastığı değiştirdi ve tekrar yatağa uzandı. Asuman da yatağın bir yerine kıvrılmış ve kısık gözleriyle Gül’e bakıyordu.


 

-SON-


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.